1 Mayıs egemenlerin bir lütuf gibi bahşettiği bir tatil, bir bayram değil. Üretenlerin, zaferlerini kutladıkları, yitirdiklerini onurlandırdığı, kurmak istedikleri dünyaya attıkları ilk adım, o zaferin ilk perdesi.

Zaferin ilk perdesi 1 Mayıs

ÖZDE ÇELİKBİLEK

Bugün ne egemenlerin “lütfedip” verdiği bir tatil, ne de sadece bir “bayram.” Bugün üretenlerin zaferlerini kutladığı, kaybettiklerini onurlandırdığı gün; kurmak istedikleri dünyanın ilk perdesi. 1890’da Londra’da, 1961’de Küba’da, 1975’te Vietnam’da gerçekleşen işte tam olarak buydu. Chicagolu tekstil işçilerinin 8 saatlik işgünü için başlattıkları grev, sınırlarını aşacak ve daha adil bir dünyanın sembol günü haline gelecekti. Rosa Luxemburg, 1894te kaleme aldığı Sprawa Robotniczada Lehçe yayımlanan “1 Mayıs’ın kökenleri nelerdir?” adlı makalesinde şöyle yazacaktı: “İşçilerin burjuvaziye ve egemen sınıfa karşı mücadelesi sürdükçe, bütün talepleri karşılanana dek, 1 Mayıs bu taleplerin her yıl dile getirildiği gün olacaktır. Ve daha güzel günler geldiğinde, dünya işçi sınıfı, kurtuluşunu kazandığında, insanlık muhtemelen, zorlu mücadelelerin ve ödenen bedellerin anısına 1 Mayıs’ı yine kutlayacaktır.”

SİZ ÇOKSUNUZ, ONLAR AZ

Takvimler 4 Mayıs 1890’ı gösterdiğinde Birleşik Krallık’ın başkenti Londra’daki Hyde Park’ta o güne kadar benzeri görülmemiş bir kalabalık toplandı. O dönem henüz resmi” tatil olarak ilan edilmeyen 1 Mayıs, 1890 yılında Perşembe gününe denk geldiği için komitenin kararıyla işçilerin katılabilmesi adına 4 Mayıs, yani Pazar gününe alınmıştı. O sabah, yüzbinlerce işçi sekiz saatlik çalışma saati hakkı için bir araya gelerek, işçi sınıfı mücadelesinin yeni bir sayfasını aralayan kıvılcımı yakmış olacaktı. Kapının aralanacağı sıradan bir kehanet değildi. İşçilerin 4 Mayıs Pazar günü gerçekleşecek mitinge çağırmak için hazırlanan manifestolardan birinde apaçık biçimde görülecekti: “Gün içinde sekiz saatlik çalışma hakkının kazanılmasının, sermaye ile emek arasındaki muazzam sorunu çözeceğine inanıyor muyuz? Hiçbir şekilde hayır. Ancak bunun atılması gereken en acil adım olduğuna inanıyoruz. Bizler şunu biliyoruz: Sekiz saatten fazla çalışmayan erkek ve kadınlar, patronların konumunu düşünmek, anlamını sorgulamak ve bunun adına mantık yürütmek için daha fazla boş zamana sahip olacaklar.”

MARX: SON DEĞİL, MÜCADELENİN BAŞLANGICI

O gün, yüzbinlerce kişinin toplandığı Hyde Park’ta bir ses daha yaptığı kısacık konuşmayla, egemenler ile işçi sınıfının arasındaki savaşın sekiz saatle sınırlı olmadığını en berrak biçimiyle anlatacaktı. Sadece yaptığı konuşma değil, varlığıyla da bu mücadelede en az erkekler kadar kadınların da paydaş olduğunu ilan edecekti. Eleanor Marx kürsüdeydi: “Bugün burada sadece bir sendikacı olarak değil, bir sosyalist olarak söz alıyorum. Sosyalistler, sekiz saatlik çalışma hakkının ilk ve en acil adım olduğuna inanıyorlar. Bu mücadelenin sonu değil, sadece başlangıcı; Buraya gelip sekiz saatlik iş günü talebini dillendirmemiz yetmez. Altı gün boyunca günah işleyip sonra yedinci gün kiliseye giden Hıristiyanlar gibi olmamalıyız. Amaçlarımız için her gün ama her gün konuşmalıyız, herkesi bu mücadeleye katkı sunmaya çağırmalı ve erkekleri, özellikle tanıştığımız kadınları bu saflara katmalıyız”

Marx konuşmasını İngilteredeki en büyük işçi katliamlarından biri olan Peterloo sonrasında Mary Shelly’nin yazdığı dizelerle sonlandırarak, kadınları ve işçileri onurlandıracaktı:

“Uykudan uyanan mağlup edilemeyecek sayıdaki

aslan gibi ayağa kalkın,

zincirlerinizi yere siz uykudayken üzerinize düşmüş

çiğ damlaları gibi silkeleyin,

Siz çoksunuz, onlar az.”

***

BUGÜN YENİ BİR ÜLKE KURULACAK

ABD emperyalizmi kendinden kilometrelerce uzaktaki bir ülkeyi, Vietnam’ı 1965 Şubat’ında bombalamaya başladığında hayatının en büyük dersini alacağını tahmin etmemişti. Yıllarca süren savaşın ardından 1 Mayıs 1975 günü, Vietnam Ordusu, Vietkong birlikleriyle birlikte Saygona girdi ve işgalci ABDyi bozguna uğratan son noktayı koydu. ABD Ordusu, savaşmak için getirdiği hava ve deniz araçlarının tümünü bu kez kaçmak için kullandı ve Vietnamda tarihinin en büyük askeri yenilgisini aldı. 1 Mayıs 1975 günü Vietnam’da 83 bin sakat, 8 bin felç, 30 bin kör, 10 bin sağır yurttaş milyonlarca ölüsünün hatırasıyla; mayınlarla, zehirli ilaçlarla talan edilmiş topraklarıyla; yerle bir edilmiş kentleriyle yeni bir ülkeyi kurmak adına ilk adımlarını atacaktı.

PARALI ASKERLERİN DEĞİL YURTSEVERLERİN CUMHURİYETİ

Karayipler’de ufak bir ada ülkesi, kim derdi tüm dünyaya umut olacak? 1 Ocak 1959da ABDnin arka bahçesi” olarak adlandırılan Küba’da General Batista diktatörlüğüne karşı gerçekleşen devrim, kuşkusuz emperyalizminin dünya üzerindeki hegemonyasının önemli ölçüde sarsılmasına olanak sağladı. ABD destekli diktatörü koltuğundan eden Fidel Castro komutasındaki Kübalıların ordusu, dünyadaki birçok halka ilham kaynağı olacak tarihsel bir zaferi kazanmıştı. Kısa süre içerisinde bu ada ülkesindeki gücü yeniden eline almak isteyen ABD emperyalizmi, doğrudan gerçekleşecek askeri müdahaleyi göze alamadı. Öyle ya, Kübaya yönelik herhangi bir müdahale tüm Güney Amerikayı ayağa kaldırabilirdi. Tüm bunlara rağmen adadan hiç vazgeçmeyen ABD, 1961 yılına gelindiği zaman paralı askerleri harekete geçirerek adeta bir işgal hareketi başlatmak için kolları sıvadı. 15 Nisan 1961 Cumartesi günü Başkent Havanada yer alan havalimanlarına yapılan bombalı saldırıların peşini ünlü “Domuzlar Körfezi Çıkarması” izledi. Amerikan destroyeri, devrik diktatör Batista yanlısı bin 500 Kübalı sürgünü adaya çıkardı. Çıkarmada, Fidel Castro önderliğindeki yüz binlerce yurttaş seferber oldu, üçüncü günün sonunda istilacılar yenilgiye uğratıldı. Aynı yılın 1 Mayıs’ında Fidel, Havana meydanında binlerce Kübalıya “Cumhuriyetimiz sosyalisttir” diye seslenecekti.

HER GÜLÜŞ, DÜŞENLERİN MEZARINDA BİR ÇİÇEK

Fidel Castro’nun yaptığı o uzun ve tarihi konuşmada, coşkulu kitleye Küba’daki her bir umut dolu gülüşün, emperyalizme karşı verilen mücadelede hayatını kaybetmiş arkadaşlarına borçlu olduklarını duyuracaktı. Fidel’in dediği gibi her gülüş kaybettiklerimizin mezarında bir çiçek olarak yeşerecekti: “Dökülen kan, işçilerin ve köylülerin kanıydı, halkın alçakgönüllü oğullarının kanıydı. Dökülen kan toprak sahiplerinin, milyonerlerin, hırsızların, suçluların veya sömürgecilerin kanı değildi. Dökülen kan, dün sömürülenlerin, bugünün özgür insanlarının kanıydı. Dökülen kan paralı askerlerin kanı değil yurtseverlerin kanıydı.”Konuşmasının devamında Fidel, kaybedecek zamanları olmadığının altını çizecek, herkesi okullar, fabrikalar inşa etmek için mücadeleye çağırarak, eğitimin parasız ve erişilebilir olacağını, dinin siyasetten ayrılıp sadece olması gerektiği yerde kiliselerde olacağını duyuracaktı.

Fidel, açlığın, cehaletin, öğretmen ve doktor yokluğunun, kadınların sömürülüp, ABD emirlerine uyarak halklarının iradesini görmezden gelen hükümetlerin olmadığı sosyalist cumhuriyeti ilan edecekti.