Borges’in “Zahir” adlı kısa öyküsü, kimin eline geçerse onu etkisi altına alan bir metal paranın hikayesidir. Zahir’le karşılaşanlar, ondan başka bir şey düşünemez olacaktır. En sonunda da, sahip olduklarını sandıkları bu nesnenin kölesi haline gelecek ve onun dışında her şeyi unutacaklardır.

Öyküyü birinci ağızdan anlatan Borges, ısmarladığı içkiyi ödedikten sonra para üstü olarak eline tutuşturulan bu yirmi kuruştan başında hiç şüphelenmediğini söyler. Ama Zahir onu da ele geçirmiştir işte. Yakında ben de unutacağım, der bize. Kısa bir süre sonra, Zahir’le karşılaşmış diğerleri gibi onun da gerçeklikle hiç bağı kalmayacaktır. Öyle ki, birilerinin onu giydirmesi ve beslemesi gerekecektir. Ama ne önemi var ki, diye ekler bir müddet sonra. Nasıl olsa neyi kaybettiğini hatırlamayacak ve başına gelenlerin farkında bile olmayacaktır.

Tam ona sahip olduğunuzu düşündüğünüz anda sizi ele geçiren “Zahir”in hikayesini biraz da bu yüzden severim. Bu ters yüz etme, sahibin köleyle, gerçeğin görüntüyle yer değiştirmesinin bir an meselesi olduğunu bize hatırlatmak için oraya konmuştur sanki.

İşin fenası ne zaman teslim olacağınızı asla bilemeyecek olmanızdır. Herkesin bir zayıf anı, bir yumuşak karnı vardır. Zahir herkes için farklı bir şey olabilir. Kimi için hızlı bir araba, kimi için Fransız dantelinden gelinlik, kimi için bir mevki, kimi içinse markalı bir kahve bile olabilir. Hangi şekli alırsa alsın, Zahir kendisine sahip olmak isteyenleri mutlaka etkisi altına alacak ve eninde sonunda dönüştürecektir.

Sahip olduğumuzu sandığımız hayatların aslında bizi ele geçirmiş olabileceği genellikle aklımıza gelmez. Oysa peşinde koştuğumuz şey çoğu kez bir resimdir. Zahir gibi bir görüntüdür yalnızca. Bir vaattir belki de. Bizi bir noktada yakalamış ve bir daha hiç bırakmamıştır. Ama biz onu seçtiğimizi zanneder, özgür olduğumuz hayaliyle oyalanırız. Zahir’in en büyük numarası belki de budur: bize özgür olduğumuz hissini vermek.

Boğaziçi Üniversitesi’ndeki Starbucks işgali, bu “özgürlükler” meselesini çok doğru bir yerden tartışmaya açtı. Çünkü orada yaşayan herkesi (hatta belki başkalarını da) seçimlerine dair düşünmek zorunda bıraktı. Mesele kahve almak ya da almamak değildi artık. Mesele hayatımıza yeni baştan bakmak ve orada neyi isteyip neyi istemediğimize karar vermekti.

Starbucks’ta işgal devam ediyor. Öğrenciler (ki onlar haklı olarak kendilerine “karşı-işgalci” diyorlar) hala birlikte davranıyor, öğreniyor ve direniyorlar. Onların “kahve alma özgürlüğü”nden söz edenlere verdikleri yanıt bu. Sözlü bir itiraza ihtiyaçları yok. Starbucks’ta tecrübe ettikleri yeni yaşama biçimi ile cevap veriyorlar. Alçakgönüllü, paylaşımcı ve üretken bir hayatla yani. En zor meselelerin bile ötelenmeyip açıkça konuşulduğu, onlara hep birlikte çözümler arandığı bir hayatla.

Boğaziçi öğrencileri Starbucks’taki varlıklarıyla, özgürlüğün televizyon reklamlarındaki gibi üç beş markayı edinmekle elde edilebilecek kadar ucuz bir şey olmadığını kanıtladılar.

Özgürlük sorumluluk, yaratıcılık ve cesaret demekti.

Özgürlük, size sunulan zavallı seçenekler arasından birine yapışıp kalmak değil, bambaşka olasılıklarla dolu yeni bir dünyayı hayal edebilmekti.

Borges öykünün sonunda der ki, “eğer dünyadaki tüm insanlar Zahir’i düşünürlerse” hangisi daha gerçek olur? Dünya mı yoksa Zahir mi?”

Yalnızca bir kaç kişi bile dünyanın bir zamanlar nasıl bir yer olduğunu hatırlıyorsa, gerçeklikle bağımızı koparmış sayılmayız. Tek bir kişinin hafızası ya da hayalgücü bile bizi yeniden bir araya getirebilir.

Neyi kaybettiğimizi umursamayacak kadar yabancılaştığımız bu zamanda, başka türlü bir hayatın da mümkün olduğunu söyledikleri için Starbucks işgalini gerçekleştiren öğrencilere teşekkür borçluyuz.

Görüntülere teslim olduğumuz ve aslolanı unuttuğumuz bir dönemde, hayatın bundan çok daha fazlası olduğunu hatırlattılar. Sağolsunlar.