“3 Ocak 1889, Torino. Friedrich Nietzsche, Carlo Alberto Caddesi numara 6’daki evinden dışarıya gezinmek ya da mektuplarını almak için postaneye gitmek üzere çıkar. Ondan pek uzak olmayan bir mesafede, daha ziyade ondan uzaklaşır bir vaziyette, bir arabacı inatçı atıyla cebelleşmektedir. Tüm zorlamalarına rağmen at kıpırdamamakta direnmektedir. Bundan dolayı arabacı Guiseppe ya da Carlo ya da Ettore’nin sabrı taşar ve kırbacıyla ata vurur. Nietzsche olayın yaşandığı yere gelir, bu da o anda öfkeden köpürmekte olan arabacının sebep olduğu bu gaddarca harekete bir nokta koyar. Sağlam yapılı ve bıyıklı Nietzsche aniden arabanın üzerine atlar ve ağlar bir vaziyette kolunu atın boynuna dolar. Komşusu onu evine götürür, o da 2 gün boyunca divanın üzerinde o bağlayıcı son sözlerini fısıldayana kadar,.. Sessiz bir şekilde kımıldamadan yatar: ‘Anne, tam bir aptalım.’ Ve uysal ve bunamış bir vaziyette, annesinin ve kız kardeşlerinin yardımıyla bir on yıl daha yaşar.


Ata gelirsek, bildiğimiz bir şey yok.”

Sinemanın büyük Macar ustası Bela Tarr’ın A torinói ló/Torino Atı (2011) adlı filmi, siyah ekranda bir anlatıcı tarafından dış ses düzeyinde aktarılan bu cümlelerle açılır. “Ata gelirsek, bildiğimiz bir şey yok.” ifadesi belki tek başına o kadar da önemli olmayacaktır. Ama Tarr buna izin vermez: Dramatik bir yoğunluğu olan müzik eşliğinde görüntü açılır, alt açıdan yapılmış çekimle atı görürüz. At bize doğru yürürken kamera da sürekli bir devinimle geriye doğru çekilerek onu takip eder. Kısa sürelerle yaşlı arabacıyı, etraftaki ağaçları vs. gördüğümüz anlar da olur ama çerçevenin temel unsuru, fırtınaya karşı arabayı çekmek için uğraşan attır.

Bu planın süresi 4 dakika 30 saniyedir. Yani dört buçuk dakika boyunca bir atın mücadelesini izleriz. Kendi adıma söylemem gerekirse, ağzı açık, yoğun bir hüznün etkisinde izleriz.

Bu Nietzsche’nin boynuna sarılıp ağladığı at mıdır? Bilemeyiz tabii, ama sinemadaki nedensellik çizgisi bizi öyle olduğunu düşünmeye yönlendirir. Atla özdeşleşiriz, Carlo Alberto Caddesi’nde sırtında şaklayan kamçının acısını hissederiz. Bu bizi bir de görünmez özneyle, Nietzsche’yle özdeşleşmeye götürür.

Film altı günlük bir süreci anlatır. İhtiyar arabacı, kızıyla birlikte şehirden uzak bir evde yaşamaktadır. Fırtına yüzünden eve kapanan baba-kız, birkaç kere atı hazırlamaya niyetlenirler ama at onlara direnir. Baba-kız yine eve kapanır. Günleri uyumak, uyanmak, haşlanmış patates yemek, pencereden dışarıyı izlemek, tekrar uyumakla geçmektedir. Bu süreçte, önce yakındaki yerleşim yerlerinin yok olduğuna, tanrıların öldüğüne -ya da alacakaranlığa gömüldüğüne- dair bazı kıyamet haberleri veren bir köylü, sonra da kuyudan su almak isteyen bir çingene grubu, baba-kızın günlük rutininde değişikliklere yol açar.

Nihilizmin somutlaşmış halini izleriz: Dünya giderek kararır, umut giderek azalır, ateş bile yanmaz hâle gelir. Sanki tanrı altı günde dünyayı yok etmiştir, yedinci gün dinlenmeye çekilip çekilmediğini ise kimse bilmez.

Sinema tarihinin belki de en karamsar filmidir Torino Atı. Victor Orban adlı faşist liderin ikinci iktidar döneminde çekilen film, dönemin ruhunu (zeitgeist) fazlasıyla yansıtır: Yönetimin sanatsal üretimle ilişkisi resmen bir ‘kültür savaşı’na dönüşmüştür, sanata destek değil köstek politikaları uygulanmaktadır. Hele biraz muhalifseniz -doğrudan politik muhalif olmanıza da gerek yok, örneğin hükümetin olumsuz sanat politikalarını eleştiriyorsanız- Orban ve hükümeti size hayatı dar etmek için ellerinden geleni yapmaktadır. Bela Tarr’ın bu muhteşem filminin hem Budapeşte’deki prömiyeri hem de tüm Macaristan’a dağıtımı, yönetmenin bir Alman gazetesine verdiği röportajda Orban hükümetinin sanat politikalarıyla ilgili sözleri gerekçe gösterilerek iptal edilir.

Bela Tarr tarihe Torino Atı’yla geçerken, Victor Orban bu olaylardan sadece iki ay önce söylediği şu sözlerle anılacak bir politik figürdür: “Batı basını benim Hitler’i ve Il Duce’yi (Mussolini) hatırlattığımı söylüyordu. Artık beni Putin ve Belarus Başkanı’yla (Lukashenko) kıyaslıyorlar. Bunun bir ilerleme olup olmadığına karar vermeyi size bırakıyorum.”

Anlatının yapısı gereği seyirci film boyunca atla özdeşleşir, arabacının kızıyla özdeşleşir hatta kimi zaman atın koşulduğu eski püskü arabayla bile özdeşleşir, ama arabacıyla özdeşleşmez. Elinde kırbaç bulunanla olmaz…