Çizilmiş sınırlar içinde yaşamanın bizi bir arada tutan yegane şey olduğuna dair söylenen o büyük yalanı, yalanın büyüklüğüne yakışacak şekilde, olanca sarsıcılığıyla idrak ediyoruz; ya da edemiyoruz, ki bu da felaketimizi Erdoğan’ın söylediği gibi kıyamete kadar sürecek bir gerçeğe dönüştürüyor. Acıda ortaklaşamayanlar, elden ele, gönülden gönüle çoğaltılabilecek mutluluğun da paydaşı değiller, olamayacaklar. Bu, farkında olalım ya da olmayalım, umudumuzu çalan, neşemizi eksilten; hayatımızı küçük, zehirli parçalara bölen; sözlerimizi anlamsızlaştıran, insanın insana dair güvenini yerle yeksan eden bir inançsızlık hali.

• • •

Aklımız, kalbimiz, ruhumuz, bedenlerimiz paramparça. Acımızı yaşayabileceğimiz, gidenle vedalaşabileceğimiz; gözyaşlarımızla duran zamanı yeniden başlatabilmek için gereken nefese bizi hazırlayacak bir yas süremiz bile yok artık. Yürek yangınına bir avuç su taşıyacak adaletten mahrum bırakıldık. Ardı ardına öyle felaketler yaşatılıyor ki bize, o yükü taşıyabilecek kelimeleri bulmakta zorlanıyoruz. Yazı da, konuşma da anlamını yitiriyor. Ne desen az, ne yazsan noksan. Gören gözlerimiz, duyan kulaklarımız susan dudaklarımıza katlanabilir mi? İsyan en önce insanın kendi bedeninde, ezilmiş kalbinde, burulmuş midesinde açar bayrağını.

• • •

Duymuyorsun belki. Zangır zangır titriyor için ama sen yine de akşam ekmeğini alıp evine gidiyorsun. Mutsuzluğunu o hafta da boş çıkan lotoya bağlıyorsun. Oysa değil. ‘Mizah’ saydıkları dergilerinde ‘başkasının’ ölü çocuğuna hakaret edenlerle birlikte gülüyorsun. İçin kuruyor. Bilemiyorsun. O sırada, sana uzaklığı tesadüften ibaret olan şehrin başka bir yerinde, bilmem kaçıncı kez patlayan bomba yüzünden ‘başkalarının’ evine ateş düşüyor. Onlar orada ölürken, sen evinde, sana yalan söyleyen televizyonunun karşısında, baka baka ölmeye devam ediyorsun. Çocuklarının un ufak olmuş bedenini torba içinde teslim alan ana babalar, yakılıp yıkılan şehirler, biri fezlekeyle diğeri kurşunla tehdit edilen muhalefet liderleri, tecavüz, yağma, hakaret, kan... Mutsuzluktan delirmişsin. Nefretin zehrin olmuş. İster bil ister bilme, yine de ölüyorsun kardeşim.

• • •

Duyuyorsun belki de. Hayatın basit konuşmaları arasında bir bıçak göğüs kafesini kırıp ciğerine batıyor. Gözünün içine baka baka yalan söylüyorlar çünkü. Yetmiyor. Asla yetmez. Yalanlarını büyük puntolarla manşetlere kaydediyorlar. Çapsızlık, düşmüşlük, yalakalık öyle sarmış ki atmosferi, nefes almayayım diye neredeyse burunu söküp atacaksın yüzünden. Sözün bittiği yerlerde dolanıyorsun. Çaresizliğe teslim olmuş yerinden homurdanmalar canını sıksa da, karşına boğazını yırtan bir çığlıktan başka seçenek koyamıyorsun. Bir ömre biri bile fazlayken, son bir yılda yaşadığın felaketlerin arası, evinle iş yerin arasında gidip geldiğin yoldan daha kısa artık. Zulmün, dehşetin, yalanın dozu her geçen gün artıyor. Yıkılmak üzere olan bir evin çatırtılarını duyan da duymayan da aynı enkazın altında kalacak. Mantığın savrulduğu, aklın devre dışı kaldığı zamanlardayız. Zihnimiz bulanık, içimiz karışık. Ne yapacağız? Hayat yaşarken ölmek için çok kısa değil mi? Bugün yaşadıklarımızın geçmişte inşa ettiklerimizin bir sonucu olduğunu o günün tanıklarından biliyoruz. Biz de yarın olacakların bugünkü tanığıyız. Barış için, bir arada olmak için almamız gereken sorumluluklar var. Kimi tanıklığını kayda geçirerek, kimi başını eğmeden işini yaparak, kimi dayanışmayı örgütleyerek, kimi “söz bitti” denen yerden yeni bir dil üreterek...

Bütün bunları önce hayatta kalmak için, sonra bir daha tekrarlamamak için yapacağız. Nefret bizi zalimin aynısı yapar. Yan yana, el ele, gönül gönüle durup aynası olalım.