Türkiye’de sendikacılık hareketinin iri gövdeleri hareketsiz bir kütle olarak erim erim erirken daha marjinlerde yer alan temsilciler, ele avuca sığmayan bir dinamizm gösteriyorlar. Çocuklarına miras olarak onurlu bir ad bırakmayı yata-kata tercih eden devrimci işçi önderlerinin çabaları umutları tazeliyor. Bu gözlem, ne Soma/Ermenek-Ankara arasını yol belleyen işçi önderleri ile ne de Türkiye ile sınırlı; ABD başta olmak üzere dünyanın birçok yerinden gelen haberlerden öğreniyoruz ki, işçi sınıfı sosyalizmi bayrağını taşıyan sendika aktivistlerinin sendikacılık hareketi içindeki etkileri artıyor. Bu yöndeki gelişmeleri, “Sendikacılık hareketi içinde siyasi yelpazenin sol kanadı güçleniyor” şeklinde değerlendirmek hem eksik olur hem de gelişmenin yönünü kavramak bakımından zafiyet yaratır.

Ana akım sendikacılık kriz içinde debelenirken küçük de olsa umut veren inisiyatifleri siyasal yelpazede belli bir yere sabitlemek yerine, sahip oldukları yaklaşımı ön plana çıkarmak çok daha anlamlı olacaktır. İşçi sınıfı sosyalizmi akımı şu üç özelliği ile ayırt edicidir:

(a) Öncelikli olarak bu akım bakımından esas olan işçi sınıfının bütünsel çıkarlarıdır; sadece üyelerinin değil, sadece işçilerin belli bir katmanının değil, bütünün çıkarları esastır. Dolayısıyla işçi sınıfı içi ayırımları verili alan, onları derinleştiren ve yeniden üreten ana akım sendikacılık anlayışı ile sürekli mücadele halindedirler.

(b) İkinci olarak, işçileri ücretliler olarak değil, mal ve hizmet üreticileri olarak kavrarlar. Bu da ana akım sendikacılığın asla anlayamadığı bir husustur. Dolayısıyla değer üretenlerin ve ürettikleri değere el konulanların temsili örgütü olarak davranırlar.

(c) Üçüncü olarak hak mertebesinde gördükleri kazanımları ve talepleri asla pazarlık masasına yatırmazlar; hak olanın “üç aşağı-beş yukarısı” olmaz; bir şey hak ise alınır!

Birçok ülkeden gelen öncü işaretlerle görünür olduğu gibi bu ilkelerle örgütlü işçi mücadelesi verenlerin sendikacılık hareketi içindeki etkileri artmaktadır.

İşçinin işinden edildiği, ayrım yapılmaksızın işin güvencesizleştirildiği, ücretten korumaya her türlü sosyal kazanıma göz dikildiği zamanlar, -tarihi tecrübelerle de sabittir ki- sendika aristokratlarını değil, devrimci işçi önderlerini çağıran zamanlardır.

Bu böyle olmakla birlikte her zamanın da kendine özgü gelişim dinamikleri mevcuttur. Bu dinamikleri kavramak bakımdan –en azından- şu iki başlığın gündeme alınması önerilebilir: İlki neoliberal sermaye saldırısının ilk dalgasına 1980’lerin ikinci yarısından 1990’lı yılların ortaların kadar Güney Yarımküre boyunca direnen ve Toplumsal Hareket Sendikacılığı diye bilinen deneyimden çıkartılacak derslerle ilgilidir. İkincisi de; küresel salgın, derinleşen iktisadi buhran, iklim değişikliği ve biyo-çeşitliğin tahribi gibi, gerçek ve katmanlaşmış sorun yumağı karşısında izlenecek sınıf siyaseti ile ilgilidir.

Evet, dert büyüktür; lakin toplumsallık söz konusu olduğunda, çaresiz dert yoktur.