Neo-liberalizmin vatanı, “Yeni Sağ’ın” öz yurdu İngiltere’nin AB’ye hayır demesi 21. yüzyıl kapitalist tarihinin sert dönemeci olarak anılacaktı.
Sovyetler’in çöküşünü “tarihin sonu” olarak okuyan “küreselleşme” ideologları, 34 yıl sonra bu kez de “serbest piyasa” metafiziğinin Avrupa üzerine karabasan gibi çöküşünü, siyasal ekonomik ve toplumsal iç içe geçmiş ağır sarsıntılarını izleyeceklerdi.

Ayrıca ne II. Dünya Savaşı sonrasında Almanya’yı denetim altına almak için kurulan “Avrupa ideallerini”nin taşıyıcısı AB, ne de köklü Anglosakson demokrasi geleneğinin temsilcisi İngiltere üzerine ince ince analizlere girmeye gerek kalacaktı.

Ama ultra liberal Hayek tarafından akıl beslemesi Margareth Thatcher “toplum yok” yani “parazit yoksullar ve kazanan zenginler vardır” önermesiyle Yeni Karanlık Çağın açılışını yaparken bile otuz yıl içinde İngiliz kamu maliyesinin küresel finansın rehinesi veya kapitalizmin finans başkenti Londra’nın libor manipülasyon merkezi olacağını herhalde öngörememişti.

Sonunda sanal ve yapay değerler üzerinden spekülatif “vurgun” gerçekleştirerek yürüyen küresel 2008 yılında girdiği yapısal krizin, onlarca yıla bedelli bir etkisi 2016 Haziranı’nda Birleşik Krallık ve AB arasında kırılan fay hattında yaşanıyordu.

Brexit kararı bile mali piyasaları altüst etmeye yetmişti, Avrupa kapitalizminin iki merkezi Londra ve Brüksel birbirlerine kibirli mesajlar yollarken başarısız entegrasyon kimliği “Avrupalılık”, ırkçı sağcı göçmen karşıtı politikacıların elini rahatlatmıştı.

Birleşik Krallık ise milliyetçi tınılı “önce İngiltere” söylemine sarılsa da “durgunluk” ekonomilerin kırılganlığı piyasaları yaprak gibi sallamıştı.

Brexit kararı, demokrasi ve hukuk sınırlarını “insanlık kazanımları” dahil ezip geçen “küreselleşme” çağına ağır darbeyi Avrupa’da yuvasında vurarak tarihsel ironi yapmıştı.

Demek ki uzun yıllar sadece Thatcher’ın mirasına sahip çıkan Yeni İşçi Partisi, içerden çürütülen işçi sınıfı, felsefe bölümleri kapatılan üniversiteler, gözetim altında tutulan eğitimsiz göçmen çocukları, halka fatura edilen devasa banka borçları, Irak ve Afganistan’da sivil çocuk öldüren İngiliz işgal güçleri ve Libya’ya “demokrasi” getirme gösterisi “eski kolonyal birikim rejimi” Büyük Britanya’ya yetmemişti.

Reel üretimden koparak çılgınca finanslaşan sermayenin sanal piyasaları kullanarak sürdürdüğü vurgun Avrupa’nın “borç krizi” klişesine sığmamıştı.

Almanya hegemon gücünün liderliğindeki AB ise IMF ve Avrupa Merkez bankası dayatmalarıyla “euro-zone’nu” koruma bahanesiyle Yunanistan ve İtalya’da atadıkları “teknokrat hükümetlerle” geçmişlerinde çok övündükleri “temsili demokrasiyi” bile yok sayıp, Brüksel’den küresel finansın body-guardlığına nasıl soyunduklarını daha unutmamıştık.

Güney Avrupa ülkelerini “finansal sömürgeye” dönüştürme hedeflerine hızla yaklaşılırken, iç savaş ve ağır hak ihlal bilançosuna sımsıkı gözlerini yumdukları Yeni Türkiye ile yaptıkları ucuzcu mülteci antlaşması AB’nin mal sahibi olduğunu iddia ettiği “evrensel değerlerin” kabzımal usulü toplu satışından başka ne olabilirdi ki?
Yeni Türkiye’ye gelince bir yandan “Avrupa Birliği dağılıyor” sevinç çığlıkları ata ata “dünyanın önder ülkesiyiz” diye yerli-milli çocuğumsu hayallerini coştururken, bir yandan kendilerinin bile ağır inanma problemi yaşadıkları yüzlerinden belli “zulüm tarihi” hikâyesine yapışırken “küresel sisteme” taşeron- tedarikçi kimliği ve rekor dış borcuyla ölümüne kenetlenmiş perifer ülkesi olduğunu aklına bile getirmiyordu.

İhracat ve üretim yapmak için ithalata bağımlı montaj ekonomisi ve hayat likiditesi “sıcak para” girişi olmadan yani tüketim kırbaçlanmadan tek çeyrek kıpırdayamayacağını da...

Yani Haziran 2016’da “küresel” dünya zamanı daha bir hızlanmış, katı olan her şey atomize halde gökyüzüne doğru yükseliyordu.