Zaman tüneli

GÜVEN GÜZELDERE

Hitler iktidarının önce Almanya, ardından orta Avrupa’nın üzerine giderek büyüyen bir karabasan gibi çökmesiyle, içlerinde düşünür, yazar, sanatçı, ve bilim insanlarının da bulunduğu Musevi asıllı küçük bir grup dünyanın farklı ülkelerinde kendilerine yeni bir yaşam kurmaya çalışır. S. Freud Londra’ya, W. Benjamin Paris’e, K. Weill New York’a, H. Reichenbach İstanbul’a yerleşir. Stefan Zweig’in kendisine yurt edindiği yer ise Brezilya’nın Petropolis kentidir.

Hayatı boyunca yazı işçiliğini en saf mutluluk ve kişisel özgürlük olarak görmüş olan Zweig, diline ve kültürüne yabancı olduğu bu ülkede göçebelik hissinden kurtulamaz. Kendisini dilini yitirmiş ve “ağırlık merkezi kaymış” biri gibi hissetmektedir. 1940’ta geldikleri Brezilya’ya, kendisi ve eşine kucak açtığı için minnettar olsalar da, 1942 kışında hayat Zweig için dayanılmaz bir hal almıştır. Nazi Almanya’sı peş peşe zaferler kazanmakta, faşizmin ateşi hiç sönmeyecekmişçesine bütün dünyaya yayılmaktadır. Savaşın, kendisi gibi yurtsuz bıraktığı Benjamin, Paris’in düşmesinden hemen önce, ABD’ye gitmek amacıyla İspanya üzerinden Portekiz’e geçmeye çalışırken, Fransa’ya iade edileceğini öğrenince intihar etmiştir.

Zweig, yerle bir olmuş Avrupa’nın artık hiçbir zaman eskisi gibi olamayacağına, özdeşleştiği kültür diyarının sonsuza kadar elinden kayıp gittiğine kanidir. İçinde buldukları bu kabus hiç bir zaman sona ermeyecek gibidir. Uzun yıllar böyle yaşamaya dayanamayacağını hisseden Zweig, 22 Şubat 1942 gecesi bir veda mektubu kaleme alır (Her zamanki titizliğiyle bir taslak üzerinden temize çektiği bu mektubun üzerinde düzeltmeler olan ilk metni, ölümünden sonra çöp kutusunda bulunmuştur). Zweig ve eşi, Viyana’da başlayıp İngiltere ve ABD üzerinden devam eden bu göçmenlik serüvenini o gece, Petropolis’te, yüksek dozda barbiturat içerek birlikte noktalarlar. Ertesi gün, Zweig düzgün bağlanmış kravatı, Altmann da en güzel elbisesiyle, yataklarında el ele ölmüş şekilde bulunurlar.

42’de ilelebet var olacakmış gibi görünen ve gücünün zirvesinde olan Nazi Almanya’sının hemen bir yıl içinde, 43 Şubat’ında Stalingrad’da ilk büyük yenilgisini aldığını, yıl sonuna doğru Kuzey Afrika mevzilerini kaybederek düşüşe geçtiğini ve 45 Mayıs’ında resmen teslim olduğunu hatırlayalım. Zweig eğer yalnızca üç yıl içinde savaşın bu şekilde sona ereceğini bilse, mutlaka o günü görene kadar beklemeyi seçer, erken bir ölümle hayata veda etmek yoluna gitmezdi.

Baskıcı rejimlerin en büyük silahlarından birisi, sonsuza kadar egemenliklerini sürdüreceklermiş izlenimini yaratıp, kitlelerin bunu içselleştirmelerini sağlamaktır. Şimdi geriye dönüp baktığımızda Zweig’in bekleyemediği üç yılın aslında bir insan ömrü içinde bile çok kısa bir süre olduğunu görüyoruz. Zaman içinde var olan bütün diğer canlılardan farklı olarak insan, bilişsel kapasiteleri sayesinde, varoluşunu geçmişten geleceğe uzanan bir zaman ekseni içinde tahayyül etmeyi de becerir. Ama kimi durumlarda, ucunda aydınlık görünmeyen bir zaman tünelinin içinde sıkışıp kaldığımızı hissettiğimiz anlarda, “şimdi ve burada”nın kör noktasında saplanıp kalabilir, Zweig gibi umutsuz bir “her şey aynı kalacak” yanılsamasına tutsak düşebiliriz.

En zor koşullar altında bile ayakta kalmamızı sağlayan şey, geleceğin başka türlü olabileceğini bilmek, şimdiki anın karanlığına yenik düşmemektir. Bu an, uzayarak günlere, aylara, hatta yıllara yayılsa bile, gelecek hep ucu açık olarak ufukta var olur. Şimdinin tutsaklığını aşmanın yolu, yarının bugün gibi olmayabileceği inancında yatar. Unutulmaması gereken, bunu yalnızca soyut bir doğru olarak bilmenin ötesinde, bu bilginin ışığında hareket etmekten vaz geçmememiz gerektiğidir.

Nöropsikolojide bazı beyin travmaları neticesinde insanların zaman algısında meydana gelen bozukluklardan biri “diskronometri sendromu” olarak tanımlanır. Diskronometri hastaları kısa aralıklarda ne kadar zaman geçtiğini hesap edemez, zamana bağımlı işlerde bir sonraki adımda ne yapmaları gerektiğini kestiremezler. Biz de ulusça bir süredir yıllara yayılmış bir diskronometriden mustarip gibiyiz. Oysa, tam da böyle zamanlarda, her şeyin hızla değişeceği bir sürecin eşiğinde olabileceğimizi akılda tutmanın sırası değil mi?

Tarihte örneklerini hep gördüğümüz gibi bugün de iktidar, gücünü, egemenliğini ilelebet sürdürebilecekmiş yanılsamasından alıyor. İkide bir 2023 vizyonunun öne sürülmesi de bundan. Oysa en başta onlar, bu yanılsamanın nasıl hızla dağılıp un ufak olabileceğinin farkındalar ve korkuyorlar. Çıkar ilişkileri, rant, kayırmacılık ve hukuksuzlukla örülmüş ama çatırtılarını duymaya başladığımız bir buz tabakasının, ertelemelerle, gündem değiştirme çabalarıyla, utanılacak fetvalarla bile, balçıkla sıvanamayacak bir güneşin altında uzun süre dayanamayacağı açık.

2013, hiç kimsenin önceden kestiremediği şekilde ortaya çıkan pırıltılı bir Haziran Direnişi’ne, ve kapalı kapılar ardında yürütülen pisliklerin, yine saman altından su yürüten başka bir erkin kendi gizli yöntemleriyle ortaya döktüğü bir Aralık ifşasına sahne oldu. İçinde iktidar için zafer gibi görülebilecek bir seçim barındıran ama aslında derinlerinde çöküşün ilk işaretlerini taşıyan 2014’ün sendelemelerle yeni bir yıla döndüğü şu günlerde, 2015’te neler yaşayacağımızı mutlak şekilde öngöremeyebiliriz. Ama toplumsal muhalefeti oluşturacak bileşenler, geleceğin bugün gibi kalmayacağını hatırlayacak, ve başka bir dünyanın mümkün olduğu inancıyla diskronometriden sıyrılıp yarın kendilerinin ne yapacaklarını düşüneceklerse, işte şimdi tam zamanıdır.

* Harvard Üniversitesi, Felsefe ve Psikoloji Bölümleri öğretim üyesi.