‘Zamanı  durduralım mı?’

Mehmet Özçataloğlu

Zamanın olduğundan daha hızlı ilerlediği bir dönemden geçiyor gibiyiz. Herkes bir telaş içerisinde, kafalar önde koşuşturup duruyoruz. Yorgunuz hepimiz. Dingin bir yaşamın özlemi içimizde. Hayaller, düşünceler, planlar, programlar… Hepsi bunun üzerine. Fırsatını bulan kapatıyor defterini. Temiz bir sayfa açıyor bir sahil kasabasında. Ya da bir yaylada… Bulamayanlar için hayat tüm hızıyla devam ediyor. Kentin tüm keşmekeşi iliklerine işlemiş insan yılgınlığı ile düşmeden, durmadan yaşamaya devam.

Bu temponun baş döndüren sıkıcılığının arasında, adıyla dikkatimi çeken bir kitap çıkageldi. “Durmuş Saatler Dükkânı.” Gamze Güller imzalı, İletişim Yayınları etiketiyle.

“Sesi bu alacalı karmaşayı orta yerinden yarıp geçiyor. Saatler susuyor. Hafifliyorum. Kafamın içinde sıralamaya çalışıp durduğum her şey gevşiyor, düğümleri çözülmüş gibi sarkmaya başlıyor. Guguklu saatler, pilli saatler, kurmalı saatler duruyor. Ben duruyorum.”

Kitap, zaman mefhumuyla meselesi olan, bitmek bilmeyen döngülerden şikâyetçi, üzerine sis çökmüş on dört öyküden oluşuyor. İlk öykü “İçeride Kim Var?” Bir ben var benden içeri dedirten bir öykü bu. Bilinci zorluyor. Tam çözüldü dediğimde yeni bir düğümle karşılaştım. Öykü sonlandığında aklımda kalan bir soru vardı. “İçeride kim var?”

Bir diğer öykü Belalı Gemi, yanıklarıyla mücadele eden Ali’nin öyküsü. Ali, bir denizci. Gemide çalışıyor. Yazarın anlatımıyla, bir bozkır çocuğu içinde deniz taşıyan. Öyle tutkun denize. O denizi anlatsa da öykü bir hastane koğuşunda geçiyor aslında. Oraya düşmelerine neden olan kazanın ne olduğunu öğrenemiyoruz ama. Güller, okurun tahminine, düş gücüne bırakmış sanırım. Bilinen, makine dairesinde bir kaza meydana geldiği ve Ali’nin vücudunun yandığı. Burnumuzda yanık kokuları ile okuyoruz öyküyü. Zıtlıkları birleştiren bir kurgu ve anlatım olarak tanımlanabilir bu öykü.

Aklımda soru işaretleri bırakan bir başka öykü de “Post Mortem” oldu. Sevim kimdi, son tümcede yer alan “Sevim’i yıllar sonra ilk defa görüyorum” ne demekti? Bu soruların yanıtını düşüne düşüne geçtim bir sonraki sayfaya. “Cafer” başlıklı öyküde karakterler öne çıkıyor. Aslında öykülerin hemen hepsinde karakterler öne çıkıyor. Olaylardan çok kişilere yoğunlaşıyoruz. Cafer’in bir dev olduğunu okuyoruz. Peki, ama neden? Nedeni yok. Yine okurun düş gücüne bırakılmış. Öykünün dehlizlerinde bunu arıyoruz. Bunu ararken de olaylar geri planda kalıyor.

“Hayatım Roman” başlıklı öykü hafif bir tebessümü de oturtuyor yüzümüze. Yazma tutkunu olarak değil ama yazma makinesi olarak değerlendirilebilecek bir yazar var karşımızda. Yayınevi editörüne, hazır yemek firmasına, avukata yazıyor da yazıyor. Ve bu yazılanlar arasında olaylar öne çıkıyor gibi görünse de yazar, karakteri önde tutmayı başarmış.

Kitapta beni en çok etkileyen öykü ise “Rüya Tekerleği” oldu. Nedeni ise sonunda gelen vurucu darbe sanırım. Akıp giden öyküde beklemediğim bir sonla karşılaştım. Tek tümcelik dehşet içimi ürpertti. Sarsılmamak elde değil. Karaktere yoğunlaşıp sonu nereye varacak diye gözlerim satırlarda gezerken, küçük bir anıyla baş başa bıraktı beni yazar. Sonunda silkeledi. Güller’in kalemine olan inancım bir kere daha tescillendi böylece.

Kitaptaki öykülerden biri de “Her Şey Nasıl Başladı Meral?” Okura da sordurabilir bu soruyu. Yazıya başlarken sözünü ettiğim konuyu da kapsıyor aslında. Hızlı yaşam üzerine bir öykü. Sormadan, sorgulamadan, durmaktan, düşmekten korkarak yaşamanın eleştirisi gibi. Ama arada durmak gerek. Durup da sormak, sorgulamak gerek. Her şey nasıl başladı, demek gerek.

Gamze Güller “Durmuş Saatler Dükkanı”nda durduruyor, silkeliyor okuru. Belalı gemilerde ateşle tek vücut olan mürettebat, zamana yenilen aşklar, hasta ruhlu yazarlar, dev soyundan gelen nahif insanlar… Daha neler neler, daha kimler kimler…

“Durmuş Saatler Dükkanı”yla zamanı bir an durdurmaya, durdurma isteğine kapılmaya davet var!