Ben önceki gün Robert Plant’i değil kendi gençliğimi dinledim. Aslında onunla değil gençliğimle tanıştım. Sahnede hayatım vardı

Zamanı durduran  harika bir deneyim

Yaşım kaçtı tam hatırlamıyorum, olsa olsa 14’tür. Benden büyük bir arkadaşın evinde oturuyoruz. Standart yazlık muhabbeti. Üstümüzde kurumuş mayolarımız var, kimi bir şeyler içiyor kimisi sevgilisinin omzuna elini atıp balkonda bir sigara yakmış. Bense içeride teypte dönen kasede takılmışım. Üstümüze çökmüş ağustos sıcağında akustik gitar, flüte eşlik eden ipeksi sesli bir adamı dinliyorum. Havayı inceltiyordu sanki, nefes aldırıyordu. Şarkının adını bilmiyorum. Grubu hiç bilmiyorum. Uzunca bir şarkı çalıyorlar. Her şeyi unutmuşum bir anda. Dedemler öğle yemeğine bekliyorlar mı? Saat kaç? Halıdaki desenlere dalıp gitmişim, farkında olmadan Stairway To Heaven dinliyorum ama bunu o an bilmiyorum. Şarkının beklemediğim bir noktasında savaş tamtamları gibi davullarla yükseliyor. O ipeksi sesli adam kıyamet gibi patlıyor. İki kasetçalarlı dandik bir teypte hayatımda ilk kez Led Zeppelin dinliyorum. Grubun adını söyleseler de hatırlamıyorum bir daha. Kaybediyorum grubu. Şarkı neydi, o adam kimdi, o mükemmel gitar solosunu kim çalmıştı?

Yıllar sonra babamın reklam ajansında çalışan ve bana o şarkıyı tarif ettiğimde ne olduğunu şak diye söylediği yetmezmiş gibi bir de CD kopyalayıp veren abim Aziz sağolsun o yazım Zeppelin ile geçmişti. Muhteşem adamdı Aziz. Onun sayesinde Tom Waits’i tanımıştım. ‘Mule Variations’ albümünü çekip vermişti bana. Ve hatta Tito & Tarantula’nın After Dark’ını keşfetmiştim onun sayesinde. Sağolsun.

Güneye giderken Manisa’da yemek yemek için durduğumuzu hatırlıyorum da arka koltukta Led Zeppelin’den “Trampled Under Foot” dinliyorum, ardından başlıyor “D’yer Mak’er.” Üstüne “Ramble On.” Seyyarda CD satan birinden almışım CD’yi. Üstünde kesin “The Ultimate best of” gibi bir şey yazıyordur. Zeppelin’i ilk duymamın üzerinden en fazla 1 yaz geçmiş. Artık Zeppelin fanıyım. Üstüne en az 10 yaz koyalım. Hürriyet gazetesi günlerimdeyim. Bir koltuğa uzanmış “In My Time Of Dying” ve “No Quarter” dinliyorum. Ardından başlıyor “Babe, I’m Gonna Leave You.” Kim bilir kaç kişi duydu bizden o şarkıdaki gidiş cümlelerini.

Önceki akşam Led Zeppelin’in ‘Golden God’ lakaplı solisti Robert Plant’i 25. İstanbul Caz Festivali’nin final konseri olarak izledik The Sensational Space Shifters grubuyla. Sevdiğimiz şarkıları söylediğinde 19-20 yaşında olan Plant 50 yıl sonra karşımdaydı. Tüm konseri yüzümde şapşal bir gülümsemeyle izledim. Geleneksel blues melodileri, elektronik altyapılı son dönem işlerine ve Led Zeppelin’den de duyduğumuz ‘Gallows Pole’, “Babe I’m Gonna Leave You”, ‘Going To California’ ve ‘Whole Lotta Love’ gibi şarkıları orijinal sesinden dinleyebildik. Son albümü ‘Carry Fire’dan aynı adlı şarkıyı ve ‘New World’ gibi parçalarda da büyük keyif aldık. Özellikle Carry Fire, albümdeki etkisini konserde katladı.

Konseri izlerken tüm dertlerimi unuttuğumu hissettim. Maddi zorluklar, kimine komik gelebilecek hezeyanlar, mutsuzluklar, hayal kırıklıkları yerini garip bir huzura bıraktı. Gözüm tepedeki ışıklara takılıyordu yer yer. kulağımızda Zeppelin melodileri ve Plant’in eşsiz sesi. Hayatta bir yerlerde elbette yanlışlarımız olmuştur ama şu anı yaşamak her şeyi unutturuyordu işte.

***

Ve Kulis…

Tam dostlarımla bu konseri izlerken bundan daha fazla ne isteyebilirim ki derken telefonuma bir mesaj geliyor “Tanışmak ister misin?”, “Bu da soru mu canım? Tabii ki isterim.”

Kulisteyiz. Konserin sponsorları, tanıdıklar, birkaç sevdiğimiz dost müzisyen ve medyadan birkaç kişiyiz. Yanımda Radyo Eksen Yayın Yönetmeni Gülşah Güray’la kulise adım attıktan bir süre sonra 70’inde bile hâlâ çok havalı olan Robert Plant geliyor hızlı hızlı. Herkesle tek tek tanışırken “Merhaba ben Robert” diyor.

Kısa birkaç beylik muhabbet sonrası toplu fotoğrafa geçiliyor. Güler yüzüyle bizi karşıladığı gibi uğurluyor. Önce kendisi kaçıyor ama. Kaç yıldır bu işi yapıyor ve hala yüzü gülüyor. Müzik dünyanın gelmiş geçmiş en fenomen karakterlerinden biriyle tokalaşmış oluyorum. Yanyana fotoğrafım var. Büyülü, tarifsiz, zaman durduran bir deneyim.

Ben önceki gün Robert Plant’i değil kendi gençliğimi dinledim. Aslında onunla değil gençliğimle tanıştım. Sahnede hayatım vardı.