Zamanın Ağızları’nda beliren kaç kişiyiz?

DUYGU ERGÜN

Her gün, gelip geçtiğimiz her yerde görüyoruz onları. Ezberletilmiş birkaç kelimeyle vicdanlarımızın bir yerinden bize erişmeye çalışıyorlar. Bakımsız bedenleriyle yorgun ama bir o kadar da güçlü duruyorlar. Peki, kim bunlar? Küçük bedenleriyle aileleri ya da üzerlerinden para kazanmak isteyenlerce sokaklara salınarak çalıştırılan çocuklar. Kimi göçmen kimi Anadolu’nun yoksul bağrından İstanbul’a sürüklenmiş, ekmeği ve hatta uykuyu bile kazanmak için var gücüyle mücadele etmek zorunda olan çocuklar.

Biz, bugünün dünyasında çocuklarımızı ne yoksulluktan ne işçilikten ne de ölümden koruyabiliyoruz. TÜİK verilerine göre işgücüne katılan çocuk sayısı 2 milyona yaklaştı, son 5 yılda 260 çocuk iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi, çocuk gelin sayısı 181 bini aştı. Üstüne bir de savaş mağduru çocukların fırsat olarak görülmesiyle, kabuk bağlayamayan bu yara daha da derinleşmeye başladı. Devletin özellikle medya işbirliğiyle kapatmaya çalıştığı bu ayıp, her gün başka yerlerde ve kurumlarda başka sorunlara gebe olarak çıkıyor karşımıza: ‘Suriyeli Çocuğa Dayak’, ‘Çocuk İşçi Enkaz Altında Öldü’, ‘115 Hamile Çocuk’… Meselenin başka bir üzücü yanı da bu ve benzeri haberlerin çoğumuzun hayatında başlıktan öte yer tutmaması. Her defasında neyin ne olduğunun bilinmesi ama nasıl olduğuna dair en ufak bir araştırma yapılmaması. Akıllarda ise talihsizlik ve ihmalkârlık olarak kalması. Hatta hiç kalmaması.

Belleklerimizi unutuşun elinden kurtarmak için…

Dünyanın her yerinde kirli çıkarlar uğruna çocukların hayatlarıyla oynanıyor. Savaşa, yıkıma ve yoksulluğa alkış tutanlarca da gerçekler allanıp pullanıyor. Fakat bu caka satan dünyanın sınırlarını aşan ve bizleri işin aslıyla yüzleştiren kimseler de yok değil. Hayatı boyunca belleklerimizi unutuşun elinden kurtarmak için yazan Uruguaylı yazar Eduardo Galeano’nun bu isimlerden biri olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Öyle ki, Galeano kırılan kolların içinde kalmayan yenlerini ortaya döktü yıllarca; hiç bıkmadı, görmeyenlere, duymayanlara karşı dünyanın vicdanı olmayı sürdürdü.

Eduardo Galeano’nun Sel Yayıncılık tarafından Bülent Kale çevirisiyle yayımlanan kitabı ‘Zamanın Ağızları’, âdeta ezen ve silikleştiren sisteme karşı yazdığı bir manifesto. Galeano, “Zamandayız hepimiz. Biz onun ayakları ve ağızlarıyız. Zaman ayaklarımızın altında yürüyor. Zamanın rüzgârlarının ayak izlerini kısa ya da uzun vadede sileceğini biliyoruz artık” diyerek hepimizi hâlâ vakit varken ses vermeye davet ediyor. Kitap, Galeano’nun yaşadıkları ve tanık oldukları karşısındaki üzüntüsünü öfkeye, öfkesini de cümlelere aktararak kaleme aldığı pek çok hikâyeden oluşuyor. Yazdıkları bilinmeyen şeyler değil elbet, fakat dile getirilmesi zor, belki de getirilmeyen her şey. Yönetemeyen politikacılar, oy veren ama seçim yapamayan seçmenler, sürgünler, körleştiren medya, militarizm, ataerkil sistem, din; ne varsa, toplumu ve bireyleri teker teker yok etmeye çalışan ne varsa hepsi Galeano’nun kaleminden nasibini alıyor. Hikâyeler anlatı olarak kısa ama bir o kadar da vurucu. Örneğin, bir devlet başkanının, helikopterle ve kameralar eşliğinde, yoksul emekçilerin yaşadığı bir bölgeye okul açılışı için gidişinin ardında yaşananları şöyle anlatıyor Galeano:

zamanin-agizlari-nda-beliren-kac-kisiyiz-428473-1.“Kameralar işlerini bitirip başkan da gökyüzüne geri dönerken okulun yetkilileri dağıtılan oyuncakları toplamaya koyuldular. Onları çocukların elinden almak hiç de kolay olmadı.”

Galeano, kelimenin tam anlamıyla tüm iplikleri pazara çıkarır, ezilen ve hor görülen kim varsa onların yanındadır, en çok da kadınların ve çocukların.

‘Bu top, çocuklar tarafından üretilmemiştir’

“Muhammed Eşref okula gitmiyor. O, güneşin doğuşundan ay görününceye kadar çalışıyor; Pakistan’ın Umar Kot köyünden dünya stadyumlarına doğru yuvarlanan futbol toplarını kesiyor, kırpıyor, deliyor, biçip dikiyor. Muhammed on bir yaşında, beş yıldır bu işi yapıyor. Eğer okuma bilseydi, İngilizce okuyabilseydi, elinden çıkan her işe kendisinin yapıştırdığı şu uyarıyı okuyabilecekti: Bu top, çocuklar tarafından üretilmemiştir.”

Anlatılanlar, Galeano’nun bir durum özelinden, genelleşen toplumsal sorunlara yaptığı haklı birer eleştiri. Ne yazık ki bizler de bu hikâyelere aşinayız. Buna benzer pek çok olaya tanık olduk ve işin üzücü yanı hâlâ da oluyoruz. Hatay’da bir ilçenin belli başlı yöneticilerinin canlı yayın ekibiyle gittiği aileye polis memuru olan oğullarının ölüm haberini vermesini, o yoksul anne ve babanın ‘yüreklerine ateş düşen’ hallerini tüm insanlık adına utanarak seyrettik. Ne var ki, tıpkı oyuncak dağıtan devlet başkanı haberinde olduğu gibi seyircinin alkış tutacağı görüntülerdi! “Okulda öğretmenler normal davranıyordu ama çocuklar sürekli dalga geçip, ‘Suriyeli, Suriyeli’ diye alay ediyordu” diyerek okulu değil çalışmayı seçen Muhammed’in yok olan hayallerini izledik. Tıpkı Muhammed Eşref’inkini okuduğumuz gibi… Bu gibi daha kaç olaya tanık oluruz bilmiyoruz ama fısıldanan sırları, çocukların ağzından çıkan hakikatleri, öfkeli haykırışları yüreklerimize işleyen Galeano’nun satırlarında bir parça vicdan bulabileceğimizi biliyoruz.

‘Zamanın Ağızları’nda kimi zaman “İnsansız bu kadar toprak varken, neden topraksız bu kadar insan var?” diyen köylülerin kurşuna dizilişlerindeki sesi, kimi zaman katledilen ağaçların dilsizliği, kimi zaman da küçük bir kızın kahredici kaderi beliriyor:

“Onu yatağa bağlı olarak bir odaya kapattılar.

Her gün bir adam giriyordu, hep aynı adam.

Tutsak, birkaç ayın sonunda hamile kaldı.

O zaman kızı adamla evlenmeye mecbur ettiler.

Gardiyanlar polis değildi, asker de değildi. Onlar, okuldaki kız arkadaşlarından biriyle öpüşüp koklaşırken görülen, neredeyse çocuk olan bu kızın annesi ve babasıydı.”

Zamanın Ağızları, sessizlerin sesi, kimsesizlerin kimsesi olmak için verilen bir nefes. Bize de bu öyküleri okuyup, zamanın ağızlarında belirenlerin sesine çığlık olmak düşüyor.