“Medeniyetin, bayraklara ve coplara sarınarak gövde gösterisi yapışını”, savaşın ve savaştan doğan hukuksuzluğun, hem Fransa’da hem de Cezayir’de nasıl hüküm sürdüğünü, “Ben öleceğim ama Cezayir bağımsız olacak” diyen Iveton’un son günleri üzerinden anlatıyor Joseph Andras.

'Zamanın ruhu'nun ölüme yolladığı Fernand Iveton

ALİ BULUNMAZ

Cezayir Savaşı ya da Cezayir’in Fransızlaştırılması, yeni savaş taktikleri ve işkence tekniklerini beraberinde getirmekle kalmadı, formel sömürgeciliğin nasıl büyük bir şiddet içerdiğini ve ahlak dışı bir eylem olduğunu da gösterdi.

Fransa’da entelektüeller arasında kavgalara yol açan, politik gerilimlere neden olan ve halkı ikiye bölen bu savaş, etkileri bugüne dek süren tartışmalar da başlattı. Özellikle insan hakları ve onuru etrafında şekillenen bu tartışmaların bir tarafında Cezayir’in Fransızlaştırılmasına karşı çıkanlar ve ülke halkının kaderini kendisinin tayin etmesi gerektiğini savunanlar bulunurken diğer tarafta, sonuçları ne olursa olsun Cezayir’i ele geçirme zorunluluğundan bahsedenler vardı. İlk grupta yer alanlardan biri de Fernand Iveton’du.


Iveton, savaş sırasında hiç kimseyi öldürmek istemediği için Fransa’nın militarist eylemlerine, işgaline ve işkencelerine karşı çıkıp Cezayir’in bağımsızlığını savunuyordu. Bir fabrikaya yerleştirdiği bombayı mesai saatinden sonra patlatmak isteyen Iveton, güvenlik görevlileri tarafından yakalanıp polise teslim edilmişti.

Savaş şartlarında Fransa’da bir devlet politikası hâline getirilen militarizm ve milliyetçilik rüzgârıyla hızla ‘yargılanan’ ve ölüm cezasına çarptırılan, af çabalarına ve bazı aydınların araya girip karardan geri dönülmesi gerektiğini savunmasına rağmen Iveton, 11 Şubat 1957’de giyotinle idam edilmişti.
Cezayir Savaşı sırasında giyotine gönderilen ilk ve tek Fransız kökenli Cezayirli olan Iveton, gerçekleşmeyen eyleminden çok, Albert Camus’nün ifadesiyle ‘zamanın ruhu’ tarafından ölüme gönderilmişti.

Joseph Andras, ‘Yaralı Dostlarımıza’ isimli kitabında hikâyesini anlattığı Iveton’u idama yollayan ‘zamanın ruhu’nu kavramamız ve onun kısa yaşamını anlamamız için bir kapı aralıyor.

‘Zamana ahengini veren korku mudur?’

Iveton, Cezayir’in bağımsızlığını savunduğu için ‘katil’ ve ‘terörist’ diye yaftalanıyor. Andras, işte bu süreçte olup bitenlerden hareket ederek kaleme almış ‘Yaralı Dostlarımıza’yı.

Ses getirecek bombalı bir eylem planıyla açılıyor roman; kafasındakini en iyi şekilde gerçekleştirme tedirginliği de Iveton’un devrimci ahlakını gözler önüne seriyor. Yakalanıp işkenceden geçirildiği satırların hızı ise baş döndürücü. Müesses nizama hayat verenler tarafından Iveton’un sorgulanışını, dönemin şiddetiyle paralel biçimde veriyor yazar. İnsan haklarının, onları yazan ülke tarafından unutulduğu döneme götürüyor bizi Andras. ‘Meslek ahlakı’na sığınan ve ‘masumları koruduğunu’ iddia eden Fransız devlet görevlileriyle Cezayir halkının bağımsızlığını savunurken ‘terörist’ ilan edilen Iveton arasındaki mücadeleyle biçimleniyor bu zaman.

Andras, Iveton’un devrimci kişiliğini ve Héléne’e duyduğu hayranlık dolu aşkı bir arada sunuyor okura. Bununla birlikte, diğer devrimci arkadaşlarıyla kurduğu ilişki de onların geçtiği işkence de çıkıyor karşımıza. Andras, onlar adına soruyor: “Zamana ahengini veren korku mudur?”

Iveton’un ve arkadaşları, devlet görevlilerinin küçümsediği mücadelesinde, hiç geri adım atmadığı gibi mevcut düzene karşı dimdik duruyor. Birçok gazeteci ve siyasetçi, Iveton ve arkadaşlarını şeytanlaştırıp kendilerince kamuoyu yaratmayı amaçlar ve bunda büyük ölçüde başarılı olurken onlar ise kendilerine yöneltilen suçlamalar karşısında direnişvari bir savunma hazırlıyor. Bu savunma, aslında zihinsel bir savaş yürütüldüğünü ya da bir zihniyet savaşının sürdüğünü gösteriyor.

Mahkemede kendisini ‘komünist bir militan’ diye tanımlayan Iveton’un âdeta bir ders niteliğindeki savunması, hem Fransa tarihinin önemli bir bölümünü hem de yürüttüğü mücadeleyi ve sömürgeciliğin yol açtığı felaketi özetliyor:

“Bunu yapmaya karar verdim çünkü kendimi bir Cezayirli olarak görüyorum ve Cezayir halkının yürüttüğü mücadeleye karşı duyarsız değilim. Fransızların mücadelenin dışında kaldığını söylemek âdil değil. Fransa’yı seviyorum, Fransa’yı çok seviyorum, Fransa’yı aşırı derecede seviyorum, sevmediğim şey sömürgecileri. (...) Eyleme geçmenin birçok yolu vardır. Bizim topluluğumuzun düşüncesi her yolu kullanarak yakıp yıkmak değildi, bir bireyin hayatına kastetmek söz konusu değil. Biz Fransız Hükümeti’nin dikkatini Cezayir topraklarında daha büyük bir sosyal refah sağlamak için mücadele eden savaşçıların artan sayısına çekmeye karar vermiştik.”

Iveton’un adalet arayışı ile mahkemenin ona biçtiği ölüm cezasının adaletsizliği arasındaki ince çizgi, Camus’nün ‘zamanın ruhu’ dediği şeye denk geliyor. Andras, romanda bu gerçekliğe yaslanarak bir kurmaca meydana getirmiş. İşkenceler, âdil bir adalet beklentisi ve sonrasındaki hayal kırıklığı da cabası: “İktidar, kimseyi öldürmemesine rağmen onu idam etmek istiyor. Bunun hiçbir anlamı yok. Yetkililer aşırıya kaçıyor, hepsi bu. (...) Fransa despot bir ülke değildi. Fernand vicdanına güvenmeli ve endişeye yer vermemeliydi. Avukatlarının davasını kazanacağına ve bir güç dengesi oluşturacağına inanıyordu. Kim bilir belki de büyük şehrin âdil ruhları harekete geçerdi!” Çeşitli girişimler sayesinde böyle bir umut doğsa da zamanın ruhu tüm hayalleri yıkıyor. “Savaş ve kanun iyi geçinemez” prensibi bir kez daha devreye giriyor.

Iveton’un ölüm cezası, hapishanede geçirdiği günler ile infazı arasındaki süreci ve bu dönemdeki ruh hâlini romanlaştırıyor Andras. Iveton’un durumunun yasalara uymaması ve adaletsizliğin yarattığı bungunluğu ve boşluğu, gerçeklerden sapmadan edebî bir dille resmediyor. “Medeniyetin, bayraklara ve coplara sarınarak gövde gösterisi yapışını”, savaşın ve savaştan doğan hukuksuzluğun, hem Fransa’da hem de Cezayir’de nasıl hüküm sürdüğünü, “Ben öleceğim ama Cezayir bağımsız olacak” diyen Iveton’un son günleri üzerinden anlatıyor yazar.