“Bildiklerimle hayatıma nasıl devam edeceğim?” demişti. Görüyor, duyuyor, okuyorduk. Kötüyü de, oyunu da tanıyorduk. İstese bile, kimsenin, tanıklık ettiği zamanın sorumluluğundan kaçamayacağını biliyorduk. Aldığı derin nefesi bırakırken “nasıl devam edeceğim” diyordu... Artık hiçbir şey aynı olmayacaktı. Acıyı okumaya benzemiyordu. Gözümüzün görmediği, kulağımızın duymadığı, geçmişin tozlu, sarı sayfalarında karıştırdığımız o savaşlar gibi değildi bu. Oradaydık. Yarın, “ne yaptın” diye geçmişin hesabının sorulacağı muhataplardık. Talihimizin tarihini yazıyorduk.
• • •
İçine doğduğumuz zamana küfretmek iyi geldi. Karşılıklı kısaca gülüştük. Sonra uzunca sustuk. Telefonun ucundan gelip yanıma konan o yürek yükü, aramıza koyu bir sessizlik bıraktı. Nefesimiz daralınca, birbirimize suni teneffüs telefonları ederdik. Merhem olurdu. İyi gelirdi. Bu kez farklıydı. Memleketçe karanlık bir girdaba sürüklendiğimizi biliyor, oluk oluk kan peşinde olan savaş çığırtkanlarının aksine gözlerimiz açık, vicdanımız sağ olduğundan ateşli, titremeli acılar çekiyorduk. 2016, henüz takvime düşmeden, yenisinden korktuğumuz belki de ilk yıldı. Bin bir renkli bahçeyi şuursuzca budayanlar, önümüze bir avuç çorak toprak atmıştı.
• • •
Barış ‘Elçi’miz düşürüldüğü yerde kanamaya devam ederken, tanığı olduğumuz zamanın sorumluluğunu alıp daha çok, daha yüksek sesle ‘barış’ diye bağırmaktan başka çaremiz yoktu. Görmüştük, duymuştuk... Bildiklerimizle hayatımıza işte böyle devam edecektik. Gerçek, kaçılabilecek bir şey olmadığından, bir gece, “çocuklar ölüyor” diyerek, portakal yediğimiz o huzurlu saatimizi paramparça edip salonumuza girebilmişti işte. Sen gözlerini kapatmış olsan da, tanığı olduğun zamanın karası bir bakmışsın ‘Beyaz’ına bulaşıvermiş. Çünkü gerçek, sen yok saydığında yok olan bir şey değil.


• • •


Laf kalabalığına gerek yok. Çocuklar ölmesin, demek her dilde aynı anlam denizine dökülür. Kalbini nefrete terk etmemiş kimse, o çocukların dilini, dinini, ırkını bilmez, sormaz. Buradan hainlik çıkarmak için, insanın vicdanını kötülüğe teslim etmiş olması gerekir. Babanın, şehvetle kız çocuğuna sarılmasından sıkıntı duymayanların, o bitmek bilmeyen mağduriyetinin tartışıldığı günlerde; çocuklar ölmesin diye sesini yükselten insanların vatan haini ilan edilişi, içine yuvarlandığımız felaketin büyüklüğünü, utancın derinliğini gösteriyor.
• • •
Yaşam hakkını savunmak, barış için gereken koşulların sağlanması için çağrıda bulunmak; hak, hukuk istemek; en temel insani değerlerin ayaklar altına alınmasına karşı sesini yükseltmek, değil hainlik, yaşadığı zamanın sorumluluğunu üzerine almaktır sadece. İki ateş arasında ‘durun’ diyebilme gücüdür. Karanlığın ortasına ışık yakmak, kayıp giden umudu yakalamak, boğulan sesleri duyurmak için irade ortaya koymaktır. Hayat denen yola, başı öne eğmeden böyle devam edilir.
• • •
İnsanları, uğruna mücadele ettiklerinin tersini yapmakla suçlamak çok çok eski bir oyun. Hiçbir zaman tutmadı. Barış yanlısından hain, aydından cahil, kitaptan bomba, insan hakları savunucusundan terörist yaratmaya çalışmanın işe yaradığı tek bir an bile yok insanlık tarihinde.
Bu, nefretin sürdürülebilir bir mücadele yöntemi olduğunu sanan; çürüttüğü bugünle, güçlü yarınlar kurabileceğine inananların yanılgısı sadece... Kibrin parodisi... Güçlü devlet, yaşatan devlettir. Güçlü ülke, geçmişiyle yüzleşendir. Güçlü halk, birbirinin acısını sarabilendir.
• • •
Bildiklerimizle, hayatımıza nasıl devam edeceğiz? Vicdanımız sızladı diye, özür dileyecek kadar kendimizden vazgeçmeyerek mesela... Kanımızla banyo yapma hayali kuranlar karşısında bir an için bile olsun, yüreğimizi kinle ağırlaştırmadan... Yaşımdan büyük, 35 yılı devirmiş bir savaşın içinde, tanığıyım. Cenazeleri sokakta çürümeye bırakılan insanlar gibi, bayrağa sarılı tabuta sarılan asker ağabey gibi... Barış istiyorum. Yaşamı seçiyorum. İşte ben hayata, ancak böyle devam edebiliyorum.