Zamanla değişen Nazizm yorumları

TOLGA ARAS

Naziler üzerine yazılan kitaplara, hazırlanan belgesellere ve çekilen filmlere baktığımızda, çoğunlukla kişi ve lider kültüne yoğunlaşıldığı, klasik yaklaşımlardan pek uzaklaşılmadığı ve tarihyazımında daha evvel geçilen yolların tercih edildiğini, Nazilerin işbaşına gelmesinde önemli bir rol oynayan sınıf faktörünün genellikle atlandığını görüyoruz.

Ian Kershaw, Nazi Diktatörlüğü’nde, sınıfı merkeze alarak ilerlerken daha önceki tarihyazımı örnekleriyle hesaplaşıyor ve 1930’lardan başlayıp 1945 sonrasına uzanarak Almanya’nın ikiye bölünüşünü ve tekrar birleşme sürecini ele alıp olgu tarihçiliğinin birkaç boy önüne geçiyor.

Nazilere tarihsellik, tarihselcilik ve tarihyazımı gibi üç bakış açısıyla yaklaşan Kershaw, “Führer Devleti”nin nasıl inşa edildiğini çözümleyerek koyuluyor yola. Nazi rejiminin nasıl işlediğine yoğunlaşan yazar, “maksatçı” ve “işlevselci” terimlerinin kullanılışına da kafa yorarak “Hitler merkezli” yaklaşımdan öte, Nazileri diri tutan kitleye odaklanıp “Alman faşizmi”nin hangi mekanizmalarla işlediğini anlatmaya çabalıyor.

“Faşizm” ile “totalitarizm” arasındaki ince ayrımları ortaya koyan Kershaw, kapitalizm ve Nazizm bağlantısıyla konuyu derinleştiriyor. Üçüncü Reich döneminde faaliyet gösteren büyük şirketler ve onların üst düzey yöneticilerinin siyasi otoriteyle bağlantısını inceleyen yazar, Nazizmin ülkede bir devrim yaratıp yaratmadığını ve rejime karşı geliştirilen kimi direniş hareketlerinin karakterlerini inceliyor.

Kershaw’ın üzerinde durduğu bir diğer konu ise Yahudi soykırımına İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanların bakışı ve bu bağlamdaki tarihyazıcılığı; zaman içinde, olup bitene dair yaklaşımlarda ne gibi farklılıkların geliştiğini ortaya koyuyor yazar.

‘HALK CEMAATİ’ GERÇEĞİ

Kershaw’ın Nazilere ilişkin yorumlarında dikkat çeken nokta, bireysel merakları ile olan biten arasındaki dengeyi en hassas şekilde sağlaması. Burada yine sınıf olgusu öne çıkıyor: “Son zamanlarda, (Alman olmayan Nazizm tarihçilerinin çalışmalarına taşan) Hitler rejiminin Üçüncü Reich döneminde yaygın bir ‘halk cemaati’ (Volkgemeinschaft) duygusu yaratıp yaratmadığı konusunda Almanya içinde çok fazla tartışma olmuştur. Bu, basit bir soru olmaktan uzaktır ve uzmanlar arasındaki görüş keskin şekilde farklılık gösterir. Tehlikede olan şey, sıradan Almanların rejime farklı derecelerde kazandırıldığıdır çünkü ait oldukları -başkalarının, özellikle de Yahudilerin dışlanmasıyla anlamlı hâle gelen- ırkçı ve milliyetçi topluluk türü ile özdeşleşmişlerdi. Bazı açılardan bunu, Üçüncü Reich’ın sosyal tarihinin hâlâ erken bir aşamada olduğu 1970 ve 1980’lerde yaşanan tartışmaların öbür yanı diye görmek cazip geliyor. Tartışmalar (üzerinde çalıştığım Bavyera Projesi dâhil olmak üzere) daha sonra politik uyumsuzluğun birçok küçük formunu içerecek şekilde en geniş anlamda tanımlanan ‘direniş’ sorusu etrafında döndü. O zaman, hoşgörülebilir bir abartıyla bazen neredeyse bütün Almanlar, bir şekilde Hitler rejimine karşıymış gibi görünüyordu. Bu arada, sarkaç neredeyse tamamen ters yöne doğru sallandı. Şimdi sık sık, neredeyse bütün Almanlar rejimde bir şekilde suça iştirak etmiş ve temel değerlerini paylaşmış gibi görünüyor ve bu ‘halk cemaati’ tartışmasını destekliyor. Kenarından katıldığım tartışma devam ediyor...”

Savaş sonrası dönemde geçmişle hesaplaşma babında Almanya ve ülke dışında başlayan tarihyazımı örneklerini inceleyen Kershaw, özellikle 1960-1980 arası Üçüncü Reich’la ilgili metinleri inceleyerek ve 1990’da değişen iklimi de göz önünde bulundurarak yorumlar yapıyor.

Kershaw, tarihyazımlarından hareketle kutuplaşmalara, tartışmalara ve yer yer kavgalara yol açan Nazizme ilişkin değişen yorumlara yer verirken kendi çözümlemelerini de okurla buluşturuyor.