Aşk ve Devrim üzerine iki tartışmaya tanık oldum, birincisinde sadece dinleyiciydim, ikincisinde ise konuşmayı yönetiyordum ve kendim de konuşmacıydım. Ama bunun dışında epey insanla film üzerine konuştum, insanların filme nasıl yaklaştıklarını çok net kataloglayarak gördüm. Aşk ve Devrim’le bu tartışmalara başlıyorum, çünkü çok netti ve en tipik tartışma başlıklarından birisiydi.

Bu tartışma artık bazı şeyleri yazmanın ve nasıl film seyrettiğimiz üzerine insanlarla artık sayısını unuttuğum şekilde komünal tartışmalardan sonra düşündüklerimi anlatmak için artık karar vermeme yol açtı.

Bunu bir dizi yazı olarak düşünüyorum, amacım tek bir filmi ve onun etrafındaki tartışmaları anlatmak değil ya da bir yazı dizisi olarak düşündüğümüzde, her yazıda bir filmi nasıl tartıştığımızı ortaya çıkarmak değil, benim muradım başka, ben bir filmi nasıl seyrettiğimizi soyutlamak için bunu yazmak istiyorum. Yani ben işte bu filme böyle yaklaşıyorlar, seyircilerden şu tip eleştiriler geldi, eleştirmenler filmi şu şekillerde değerlendirdi, yönetmen eleştirilere şöylesi fikirlerle yanıt verdi, yönetmenin muradı şuydu buydu, aslında filmden esasta çıkarılması gereken düşünce bu, doğrusu bu diyerek bir tartışma yapmak istemiyorum. Benim amacım bu değil: ben son derece rahatça kataloglanabilecek, ayrı ayrı bölmelere konulacak, ama genelde birbirinden son derece farklı eleştirileri bile aynı dosyaya konabileceğini göstermek istiyorum.

İsteyen yine Doğu/Batı desin, ama tam da buradan başlamak gerekiyor, sevgili dostlar burası çok açık, biz doğulu bir toplumuz, hatta şunu söyleyeyim, ne kadar doğudan kaçmak isteyen, doğudan bunalan, batılı eserlere ve yaşama aç insan tipinde olan insanlar varsa, garip biçimde bu tartışmalarda ve kendi hayatlarında en tipik doğulu davranışı ve tipi yeniden üretiyorlar.

Bunun mükemmel örneğini zaten edebiyatın büyüklerinden Dostoyevski verir. Belinski üzerinden: Rusya’da edebi eleştiride özellikle 1850-75 arasında özel bir ağırlığı olan ve Batılı/ilerlemeci/devrimci eleştiri geleneğinden gelen ve Rusya’nın modernizmle ateşli imtihanı sırasında çok net tavır alan eleştirmen, edebi eserlerin ve Rus toplumunun değerlendirmesinde, gerilik ve akılcılık eleştirisinde zihninin en derinlerinde sürekli bir batı yaratarak düşünen ve yazan birisiydi. Slavcılara da hayatı boyunca ateşli bir şekilde saldırdı, ama Dostoyevski onun hakkında çok net yazar: “içimizdeki en Rus karakter oydu”. Bu kadar basit. Rusya’ya ölçüsüz kızgınlığı, haşin gericilik eleştirisi, Batı düşüncesi ve sanatına hayranlık, modernizmi tek çıkış yolu gören karakter en tipik Rus’tu ve bunda şaşılacak hiçbir şey yoktu.

Bizim solcuların film tartışmasını her dinlediğimde ben de bunu düşünüyorum, sosyalistlerin film tartışması en tipik Türk tartışmasıdır, bunu böyle adlandırıyorum, ama genel planda Kürtlerin, Ermenilerin, Yahudilerin, Lazların… yani Anadolu’da yaşayan bütün hakları anlatmak için kullanıyorum, bunlara ortak bir ad üzerinde uzlaşsaydık, bence çok ekonomi yapabilirdik dilde, iyi de olurdu. Çünkü bence etnik kimlikleri sayarken uzun uzadıya bir liste çıkıyor, ama bana göre ampirik sosyolojik olarak çıkarılan bu çeşitlilikten çok öte, soyutlama ve kavrama açısından inanılmaz güçlü ve derinlerde ortaklıklar var, hayat resmen üzerime döküyor bunları, yani ampirik düzlemdeki inanılmaz çeşitlilik ve ayrımlar listesi düşünen insanın zihniyeti ve eser karşısındaki takındığı tavır açısından büyük benzerlikler taşıyor, ayrılık yerine ortaklık bence çok daha baskın. Ama şimdi daha garip bir şey diyeyim, o da şu, Türkiye acayip bir ülke olduğu için, ideolojiler üstü bir ortaklık da var, hatta daha fena bir şey var, neredeyse sınıflar üstü ortak özellikler var. Bunlar tuhaf ama ben illa da bunu tartışmak istiyorum, yani boyumdan büyük bir laf etmekten korkarım, ama bunda diretecek kadar somut deneyimim var.

1.Bizim insanımız diyerek ekonomi yapayım, bir film okuduğunda, bir kitap okuduğunda, bir tartışmaya karşı tepki verirken, hatta bir kavgayı ayırırken… kendini onun dışında tutamıyor, içine katmak için inanılmaz güçlü bir içsel istek duyuyor. Hepimizin bildiği şey, analarımız babalarımız, artık dizi mizi seyretmeyi bıraktıklarında, en güzeli de hiç diziye alışmamışsa, alakası yoksa böyle şeylerden, zamanı geliyor haber meraklısı oluyor. Oturuyor, dinliyor, spiker başlıyor, “iyi akşamlar”, o da oturduğu yerden duramıyor, iyi akşamlar, hayırlı akşamlar… yanıt veriyor. Yani seyrederken kendini işe karıştırmadan duramıyor. Bizim insanımızın en tipik özelliği bu, adam maçı seyrediyor, takımı kötü gidiyor, gidiyor futbolcusunu dövüyor, 'oynayın ulan ibneler' misali. Hatta absürt bir şey diyeyim, Rüştü Fenerbahçe’de oynuyordu, milli kaleci, futbolculuğunun doruğunda. Fenerbahçe berbat sonuçlar alıyor, ama Rüştü art arda haftalarca sürekli takımı ya kurtardı kurtaracak, ya da farkı azaltıyor. Ama Fenerbahçeli taraftarlar, hızlarını alamıyor Rüştü’ye de saldırıyor. Bizim toplumumuza, yalnızca seyirci olduğu, seyrettiği şeyi tepkisiz seyretmesi gerektiğini ya da kendini işin içine karıştırmadan seyretmesi gerektiğini ya da kavgayı ayırması gerektiğini anlatabilecek olana aşk olsun. Mümkün değil, aynı şeyin sonucu, aynı oyuncunun aynı rollere acayip uzun yıllarca çıkması, sahnedeyken büründüğü rolün onun hayattaki varoluşuna, koduna yansıdığını ve bunun kaçınılmaz olması da aynı şeyin parçasıdır. Bizim insanımız, gördüğü şeyin bir temsil olduğunu kabul edemez. Şöyle diyeyim, bir Rum’u Kıbrıs’ta gönderdeki bayrağımızı indirmeye çalıştığı için, ara bölgedeyken askerlerimiz vurmuştu, adam öldü. Tansu Çiller açıklama yapmıştı, onlar için olmayabilir, ama bizim bayrağın anlamı başkadır, biz belirli değerleri, doğruyu, ideali, güzeli, çirkinliği, kötülüğü soyutlayarak değil, anında infaz yapar gibi seyrediyoruz, tepkimiz aracısızdır, zihnimizin yorumlama aktivitesini büyük oranda dışarıda bırakarak tepki veriyoruz. Yani tartışmada kısa devre yapmadan duramıyoruz. Bizim için diyalektiğin yasaları işlemiyor, aynı şeye bir başka açıdan, bir başka karakter açısından, söylediğimiz şeyin zıttı açısından, alternatifi açısından… Şu bu açısından bakamıyoruz, zıtların birliği yok yani. Bizim toplumumuz vur deyince öldür misali, bir şey gösterince tepki vermesi lazım. Yani oynamadan oynamayı bilmiyoruz, kendimizi kaptırıyoruz. Adam filmi seyrediyor, şimdi bu film devrimin yararına mı zararına mı, meselesi bu. Gerçekten Dünyayı Sarsan On Gün misali, bizden misin onlardan mısın? Ama acı olan bu, üniversite hocası mısın, futbol takımının teknik direktörü müsün, fabrika yöneticisi misin, işçi misin, muhtar mısın, solcu musun, sağcı mısın geç efendim, adamın kişisel olarak aldığı tavır değişiyor, tarafı değişiyor, ama özünde aynı tavır. Anlamak öldürülmüş bir tavır bizde, yargılamak esastır, bu nedenle de anlamadan yargıya ulaştığımız için, hakikaten biz de yargı göstermeliktir, bunu da bu ülke de en iyi devrimciler bilir. Hâkimlerin, savcıların tavırları hakkaniyetten uzak olmayı bırakın, hakkaniyetten uzaklık o derecededir ki insanda insanlık bırakmaz, fesuphanallah demekten başka şey gelmez elimizden, adam aslında orada kendi mantığı içinde ya da onu da bağlaması gereken yasalar hududunda bile hareket etmez, adamı zararlı saydıktan sonra, yargılama onun için sadece teferruattır. Ama sevgili dostlar, ben bunun sağın bir davranışı olmaktan uzak bir şey olduğunu düşünüyorum, bu bizim toplumumuzun bir özelliği ve dahası bu bir zihniyet, derece farkları olmakla birlikte, bizim toplumumuzun özelliği anlama çabasını boğan bir yargılama ve anında infaz: Türkün toplumsal özelliklerinden birisi bu.