Tuncel Kurtiz’i ailecek ziyaret etmiştik Kaz Dağlarında. 3 gün boyunca her gün konuştuk, Tuncel abi sürprizi 3. güne saklamış, nasıl da duygularıma tercüman olmuştu, kahvaltıya oturacağız, o her zamanki gibi sabah erkenden kalkmış, spor için dağa yürüyüş yapıp gelmişti.

Birden sofraya geldiğinde gördüm: “Hasede, fesada, kıskançlığa, ikiyüzlülüğe, ‘BİSİKTİROL’, beher tablet 2 mg” yazan bir tişörtü giymiş. “Tişörtüm çok terbiyesiz, affınıza sığınarak sofraya oturuyorum” dedi, ama hepimiz içten gülümsemiştik.

Malumunuz toplumumuzun karakteristik deyimleri vardır, pire için yorgan yakmak, maksat üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek… İyi düşünüldüğünde hakikaten gerçekten soyutlayıcı ve işin özünü anlatan deyimlerdir.

Türkiye’nin siyasi, iktisadi ve sanat tarihini, elbette ki özellikle sinema açısından araştıran ve yazan birisi olarak söylüyorum, bizde esas olan polemiktir birincisi, ama ikincisi daha korkunçtur, bir kaşık suda fırtına koparmadan, adabıyla şekillenmiş ve gerçekten önemli bir konuda yaşanmış tek bir tartışma bilmiyorum. İnsanlar kendi niyetlerini gizleyerek, hınçlarını almak için seviyesiz polemiklerde o kadar çok nefes tüketmişlerdir ki tartışmalarımızın büyük bölümü karşı tarafı anlamamak için –çoğu kere de bilinçli olarak- özel çaba sarf edip, anlamsız bağlamlara taşınmış ve kavganın gürültüsünde fikirleri boğan sıfatlar her daim ortalığı bulandırmıştır.

Malumunuz ülkemizde tartışma adabı pek yoktur, her dönemin sahte kahramanları ya da kitabımda kullandığım ifade ile “olmayan meydanların kahramanları” vatanımızın güzide isimleri olarak hayatımızda hep kritik rolleri oynarlar. Üstelik burada duramazlar, yaptıkları iğrenç işlevler için ki bunlar çoğu kere zaten ısmarlanmıştır, ne kadar önemli olduğunu belirtmek için inanılmaz nefes tüketirler. Birbirimizi anlamadan tartışmak da, birbirimizi anladığımız için bağlamı çarpıtıp, görüntü ile olayın gerçek iç yüzünü ayrıştırmak da ulusal geleneklerimizden birisidir.

Gerçek şu ki bizim toplumumuzda tartışmaların en net özeti: anlama çabasını ve yetisini boğacak ölçüde yargılama ve itham etme çabasının başat olmasıdır.

İş bu vesileyle, ister siyasi polemiklerimiz, isterse sanatsal tartışmalarımız olsun, fikrimiz olmadan tartışma içinde taraf tutmak da, tezimiz olmadan büyük sözler sarf etme isteği de, anlamadığımız konularda bilirkişilik yapmak da vatani görevlerimizdendir, öyle olmasa bu kadar yaygın nasıl olurdu? Nasıl bu kadar üstün bir sadakatle ifa edebilirdik. Onun için diyorum ki kahrolsun polemik, yaşasın anlama çabası, kahrolsun açık aramak, yaşasın keşfetme çabası, kahrolsun çevir kazı yanmasın, yaşasın bir şeyden fayda türetme için özveriyle harcanmış emek, kahrolsun güncel çıkarlar için geleceği harcama çabası, yaşasın hayatı derinlikli ve tutarlı yaşama çabası, güncelin starı olma çabasına karşılık, gelecek yüzyılların şölenine sunulacak ruhları yüceltmek hayatımıza nasıl da farklı anlamlar katabilirdi?

Evet, aynen şunu söylüyorum, toplumsal özelliklerimizdir, derinlikli ve analitik olanı, sukut suikastıyla öldürmek, gerçekten verimli emek çıkaranı, derin bir yalıtılma ile karşı karşıya bırakarak motivasyonunu kırmak, sevgisizliğimizle en güzel şeyleri umutsuzluğa sevk etmek, bu açıdan ruhumuz kendi değerlerini yaratmadan çürüyorsa, çoğu insanımız gibi, ah ne yazık ne yazık ki ona demekten başka ne yapalım.

Anlamak yerine yargılamak/itham etmek öne çıkıyorsa, o toplumun kendi suretine yabancılaşması kaçınılmazdır, bizim toplum lanetlenmiş gibidir, kendi güncelliği içinde sahte suretlere aşık olup, en masumları katletme çabası içinde olarak, bizler kendi sevgisizliğimizle en güzel yeteneklerimizi ve duygularımızı öldürmekle karakterize bir toplumuz.

Toplumumuz da yetkili ve etkili kişiler içinde haramın çekiciliğine kapılmak da, yıkıcı olmanın şehvetine kapılmak da, sevgisizliğinin yarattığı ölçüsüz şiddetin esiri olmak da, vicdanından kaçarken ahlakı öldürmek de, kutsal değerler adına en büyük ve evrensel değerlerimizi günübirlik çıkarlar için satışa çıkarmak da toprağın bir özelliği, toprağın kıymetini ve bereketini bozan, sofralarımızın izzetini azaltan da bu olmalı.

Kendi suretinden kaçan insanların gündelik söylenceleri her gün hayatımıza karışıyor, inanılmaz mazeretler her zaman karşımıza çıkıyor, sevdalarımızın tutkusu yerine, istemem yan cebime koyculuk bu kadar öne çıkmışsa, kendi tarihimizden kaçış ve sahte tarihi figürleri kahramanlaştırma nasıl sıradan bir olgu olmasın ki?

Bir toplumda adalet duygusunun kaybolmasından daha derin ve köklü yıkım ne olabilir ki adalet ve kalkınma diyerek, her ikisinden de uzak toplumun ahlakı ve aklı kötürümleşmemiş de ne olabilir?

İnsanlarımız neleri yok ettikleri bilmeden kanlı güzergâhlarda yolculuk ediyorlar.

Hasedine, fesadına, ikiyüzlülüğüne düşkün durumlarda Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da filmi üzerine gelen bir soruya verdiği yanıt çok açıklayıcı:

Gencay Gürsoy sormuştu, taşrada insanlar bir araya gelince iki kişi siyasetten başlar, üçüncüsü gelince hizip oluşur misali, ama sizin filminizde hiç siyaset tartışılmıyor. Nuri Bilge demişti ki güncel siyasi tartışmalar biz de o kadar afakî ki on yıl sonra bunların hiçbiri hatırlanmaz, üstelik tarafları ile birlikte, onun yerine Manda yoğurdunu anlattım, o daha kalıcı.

Şunu söylemek isterim, tartışmaların kalıcı olmadığı artık kamuoyunun üzerinde uzlaştığı bir şey, ama gerçek şu ki bu tartışma bolluğu ile her beraber kurban ettiğimiz insanlarımızın kanları da alınlarımızda, bunu bilmenin ağırlığıyla yaşayalım.

Bu anlamda, Berlin Festivaline Türkiye’den iki film yan bölümler için katılmıştı: Reis Çelik’in Lal Gece filmi Generation (14) dalında kristal ayı, Emin Alper’in Forum bölümüne katılan ilk filmi Tepenin Ardı ise Caligari ödülünü kazandı, yani iki de iki ödül almışız, hayırlı haber, 2012’nin sinemadaki ilk güzel haberleri.

Ama bir de vahim bir şey oldu, Mizgin Müjde Arslan, gözaltına alındı, babasının filmini yapmaya çalışıyordu. İki yaşından sonra ne anasını ne de babasını görmemiş, yetim büyümüş bir kız, ancak yıllar sonra, örneğin çeyrek yüzyıl sonra babasının mezarına ulaşabilmiş bir kardeşimiz, babasının filmini yapmayı şu ya da bu nedenle yasaklayacak, tehlikeli bulacak bir anlayış insanlığın önünde nasıl hesap verebilir? Bu özlemden daha güçlü bir şey olabilir mi ve bir insana bu yasaklanabilir mi?

Tarihimiz katlettiklerimiz, yasakladıklarımız, sürgüne gönderdiklerimiz, en güzel eylemleri en adice niyetlerle engellediğimiz bir sürecin mirasını günümüze taşıyor, hayatımıza bir anlam bulmak için, çekinmeden ve vergi kaçırmadan aynaya bakacak gücü ne zaman bulacağız?

Anlamak gelmekte olanı, korkunç bir beklentiye sokuyor insanı, giden ise yıkıntılarla dolu, geleceğimiz ile geçmişimizi birleştiren köprünün altından Kızıldere akıyor, en güzel sevdalarımızı, aklımızı, fikrimizi ve emeğimizi katlettik, en çok da sukut suikastına bıraktıklarımızla birlikte, bir ulusu ulus yapan her zaman direnenleridir, onların sesleri kısılıyorsa, geriye kalan nedir?