Yol parça parça yurtdışına çıkarılıyordu, her türlü işlem Fransa’da yapıldı. Neyse ben Isparta Cezaevinden hasta annemi ziyaret için izin almıştım, oradan Antalya’ya geçtim, oradan da Akdeniz’e. Fransa’ya ulaştığımda yerleştik merleştik ve ekip hemen kuruldu, çünkü filmi Cannes’a yetiştirmeye çalışıyorduk, Ekim başıydı, bütün çekilenleri yıkanmış olarak ilk kez orada seyrettim, Fatoş’la birlikte.
Ne mi oldu? Fatoş ağladı, “ne yapacağız Yılmaz, bu çekilenlerle? Hiçbir şey çekemeyiz burada, hangi oyuncuyu getirtebiliriz ki? Çok kötü bunlar.” İçi acıyarak gözyaşı döküyordu.
“Merak etme Fatoş, öyle bir film yapacağım ki bu gördüklerinden hiçbirini hatırlamayacaksın. Bütün filmi yeniden çekmiş gibi olacağım, öyle sahneleri oradan oraya taşıyacağım, öyle sahnelere yepyeni diyaloglar yazacağım ki bu film dünyanın gündemine girecek, sen korkma. Şimdi iş zamanı.”
Hakikaten kurguya oturduk, günlerce, aylarca çalıştık, bütün filmi yeniden kurguladık, her kurguya göre ben ayrı diyalog yazıyorum, senaryo yeniden yazılıyor yani.
İki yıl boyunca Türkiye’den gelenler bana, “millete kendi çektikleri filmi anlatıyoruz, inanmıyorlar, o öyle değil, dur ben sana doğrusunu anlatayım diyor”, filmi seyretmemişlerdi, kendi anlattıklarından, çektiklerinden, bildiklerinden çok farklı bir film çıkmıştı.
O kadar çok çalıştım ki o aşamada, hatta Fatoş benden şüphelenmiş, ne yapıyor o kurgucu kızlarla o odada diye düşünmüş.
Filmin kurgusu bitti, bu kez de seslendirmesi geldi, bana dediler ki “sen de mi katılacaksın”, ben dedim bütün aşamalarına katılacağım, onlar şaşırdılar, Fransız yönetmenler böyle şeyler yapmazlarmış. Her aşamasında bulundum, müziğinden seslendirmesine, renklendirmesinden şusuna busuna kadar. Hala yerüstüne çıkmamışım, ilk kez beni Cannes’da yarışacağım zaman kamuoyu gördü, yeni bir kimlik almıştım, başka bir adım var, çocuklarım bile Latin Amerikalı bir iş adamının evlatlarıymış gibi biliniyor okulda, kimseyle görüşmüyorum, Anadolu’ya borcum var, filmi tamamlamam, onların destanını dünyaya tanıtmam gerekiyor, bir sürü ağrı, sancı içinde çalıştım. Fatoş kaç kere beni doktora götürmeye kalktı, “hiçbir şeyim yok!” Sırf bu inatlaşmam yüzünden Fatoş daha çok geriliyordu, içine bir korku girmişti sağlığım hakkında, kadınlar işte, her zaman sezgileri çok güçlüdür, hiçbir şey saklayamazsınız. Benim hastalık seyirlerimi benden daha iyi biliyordu ve endişeleniyordu.
Filmin kurgusunu yaptık, seslendirmesini, renklendirmesini derken film 130 dakikayı aşıyordu. Seyrettiler filmi ve çok uzun buldular, biraz kısaltmam gerekiyor ve ben daha yola çıkarken Doğuyu anlatmak istiyorum, en batıdaki karakteri çıkardım mecburen. Baktım film çok şey kaybetmiyor, böylelikle filmin bütün trajik karakterleri daha bir bütünlük oluşturdu.
Cannes’da basın gösteriminde ilk kez kendi adımla çıktım, kırmızı halıda yürüdük, ama bunlar beni zerre kadar ilgilendirmiyordu, beni asıl ilgilendiren salondaki seyircinin tavrıydı, onlarla birlikte ilk kez ben de gerçek bir sinemada filmi seyrettim, seyircilerle birlikte, üstelik film bitmiş olduğu için anlatılması güç bir huzurla, ama bu kez de çok farklı bir gerilim bütün benliğimi kaplamıştı. Film bittiğinde salon ayakta alkışlıyordu, beni anons ettiler ve ben ilk söylediklerinde duymadım bile, ancak ondan sonra sahneye çıktım, içim ürperdi, film çok beğenilmişti ve salonda en arka sıradan öne, sahneye doğru yürüyorum, ama içim öyle buruk ki bu filmi Anadolulu kardeşlerim ne zaman seyredecek onu düşünüyorum, bütün Cannes, bütün Fransa, bütün Avrupa’nın alkışı benim Adana’mın yamalı şalvarlı kardeşimin filme karşı hissettikleri ve nasırlı elleriyle alkışları etmiyor işte, ben Adanalı bir Kürtüm ve kendi yarenlerimin topuğuna basılmış kundurasının ben de ki yeri apayrı işte. Bülbülü altın kafese koymuşlar, yine vatanım, yine özgürlük demiş, bütün bu olup bitenlerden sonra, Anadolu’nun bu en bilindik hikayesi aklımdan bir türlü çıkmıyor, başlar koymaya hapislik gibi başlıyor ben de sıla hasreti, sürgünlük yarası. Ne oldu? Ben hiçbir zaman Fransız vatandaşlığı almadım, bana özel bir kağıt verdiler, yolculuklarda onu kullandım, ölene kadar da Siverekli Yılmaz olarak kaldım, o da sürgün değil miydi, o da kendini yollara vurmamış mıydı? Hiç görmediğim Siverek’i film dağıtırken gidip bulmuştum, babamın akrabalarının sofrasına oturmuştum, etli pilav yapmış, kapıda bir sürü insan silahla beklemişti, kan davalıydık ve benim içimde huzur vardı, vatanıma gelmiştim, doğup büyüyeceğim topraklardan uzaklaştırılmıştım işte, hayatımız daha başlamadan sürgünlük macerasıyla şekillenmişti, babamın dedeleri de Dersim’den göç etmişlerdi. Göç etmiş Urfa’ya gelmişler ve yine ovaya kurmamışlardı barınaklarını, daha verimli olmasına rağmen, yine gidip dağın eteğine sırtlarını vermişlerdi, yıllarca verimsiz toprağı eşip hayvanı derede tepede otlatmışlardı, sonra da bilmem kaç baş hayvan ve canı zor doyuracak buğday için birbirlerinin malına göz dikmişlerdi. Bizim hayatımızın dertleri biz dünyaya gelmeden olup bitenlerin yaraları ile dertli türküler eşliğinde şekillenmişti, hasretlik biz de baba yadigarıdır.
Şimdi burada iddialıydım, hemen ilk günden Cannes’ın favorilerinden birisi olmuştum, röportajlar yapılıyordu, İtalya, Fransa, İspanya… bir çok memleketten gazeteciler, bense onlara 12 Eylül darbesinin bir NATO planı olduğundan başlayarak askeri cuntanın başının Kenan Evren değil, onun ancak ABD’nin emireri olduğunu anlatmaya çalışıyordum.
Hapishane hakkındaki sorularını ise elimden geldiğimce es geçmeye çalışıyordum. Sonuçta, kim inanırdı ki İmralı’da benim film görüşmelerimi savcının odasındaki telefondan yaptığıma, kim inanır ki mahkum doğulu insanların gerçek hikayeleri olduğuna, kim inanır ki onlarla siyasi eğitim toplantıları yaptığımız adi suçtan yatan mahkumlarla kader birliği yaptığımıza, yeni savcının beni İmralı’dan sürerken, “bir hapiste bir hükümet olur, ama burada İmralı Demokratik Halk Cumhuriyeti ile TC var, seninle baş edemeyeceğimize göre ancak sürgün edebiliriz.” Dediğine büyüklenmeden onları nasıl inandırabilirim ki? Beni almak için yüzlerce jandarma, birkaç tane hücum botu geldi, beni oradan sürgün etmek için rapor veren savcı bile “ben böylesini görmedim dedi”. Sonuçta bir tek beni sürgün etmediler, benimle birlikte 15 adi suçtan yargılanan mahkumu da kapalıya gönderdiler ve Bursa’da hücreye konduk: çünkü onlar siyasileşmişti ve düzen onları daha tehlikeli buluyordu, en çok üzerinde düşünülmesi gereken ise adi suçtan girip siyasallaşan insanlara “bozuldu” demeleriydi, işte o insanlar hayatları boyunca bu değişimin izlerini vicdanlarında taşıyorlardı. Kendilerine bu düzenin reva gördüğünü kanlarıyla, canlarıyla yaşamışlardı, yargılanmış mahkum edilmiş bu insanlar, bir an için durup düşünüp onlar da tersinden düzeni yargılayınca, kantarın topuzu nasıl adil tartar bilir misiniz?