Geçen hafta izlenimlerimi Fucine gölünün hikayesi ile sonlandırmıştım. Şimdi bugüne gelelim. 150 yıl önce kurutulan gölün yerinde bugün dümdüz bir alan ve binlerce tarla var...

Geçen hafta izlenimlerimi Fucine gölünün hikayesi ile sonlandırmıştım. Şimdi bugüne gelelim.  150 yıl önce kurutulan gölün yerinde bugün dümdüz bir alan ve binlerce tarla var, gölün kurutulmasının ardından bölgenin iklimi de sertleşmiş ve dönüşmüş, dağların üzeri karla kaplı ve sürekli yağmur yağıyor. Dolayısı ile tüm bu izlenimler şemsiye altından aktarılıyor.

Bu koca düzlüğün etrafında ise bahsettiğim yüce dağlar bulunuyor, her bir dağın/tepenin üzerinde ise göl sınırına kurulmuş kasabalar. Ziyarete geldiğim Sinibaldo, Luco dei Marsi kasabasından. 5000 nüfuslu bu şirin kasabanın Roma İmparatoru Claudius tarafından gölün kurutulmasında çalışan işçiler için kurulduğu tahmin ediliyor. 

Luco, bir tepenin üzerine kurulmuş, evler tahmin edeceğiniz üzere gölden tepeye doğru üstüste dizilmiş, en fazla üç katlı, İtalyan filmlerinden canlandırabileceğiniz gibi güzel ve sakinler. Toscana ile gördüğüm en önemli farklardan birisi bacalardan sürekli tüten dumanlardı, işin sırrını evlerin içine girince öğrendim. İtalya’da bugüne kadar gördüğüm küçüğünden büyüğüne her yerleşim biriminde olduğu gibi Luco’nun da ufak bir meydanı var. Gece aşağıya baktığınızda, artık olmayan gölü karanlık içinde görebiliyorsunuz, göl anılarımız gibi geceleri geri dönüyor, gündüzleri yitiyor. 

Ziyarete gittiğim arkadaşımın ailesinin evi üç katlı. En alt katta girişte ufak bir salon, salonun dört bir yanında güzel tablolar, çoğu İtalyan evinde bulunan bebek İsa ve Meryem Ananın (Bambino con Madonna) birlikte resmedildiği bir çalışma, eskilerden kalmış bir yemek masası ve dumanların sırrı şömine. Gece şöminenin başında odunlarla oynarken farkettim, ateşle oynamak insanı rahatlatıyor, ateşe tapan atalarımızı hatırlıyorum. 

Ertesi öğlen bir başka arkadaşın, yine orta sınıf ailesinin evine uğruyoruz. Türkiye’de o saatte misafire hemen çay/kahve ikram edilir, Abruzzo’da ise adettenmiş, evdeki bütün içkiler masa üzerine çıkartılıp, önünüze sunuluyor: Grappa, viski, rom, şarap ve Ratafia ve çikolatalar. Şömine bu evde de yanmaya devam ediyor. Ben bölgeye özgü olan ve ev sahibi tarafından yapılmış  Ratafia’yı tercih ediyorum, tatlı bir şarap gibi, bir likör. Sizler için hemen tarifini sordum, kabaca şöyle, şarabın içine kiraz ve şeker katılıyor 40 gün boyunca fermentasyona uygun kapalı bir şekilde, oda sıcaklığında bekletildikten sonra filtreleniyor ve içine bu kez alkol katılıyor, tadına göre alkol oranına karar veriyorsunuz.  Gezmeye gittiğim bu evde hayatımda gördüğüm en uyumsuz yaşlı çiftlerden birisi ile tanıştığımı düşünüyordum ki, en ufak konudan 3-4 kez tartıştılar, evin hanımı: “Aman çocuğum, sen sen ol sakın evlenme” dedi, hepimizi bolca güldük. Bu çifti, aralarındaki ve kızları ile olan gerilimlerini ya da aravatanım İtalya’da insanların yaşadıkları sıkıntıları vb. gördükçe, sınırların aslında ne büyük bir yalan olduğunu, insanın ve yaşadığı sıkıntıların, ne kadar benzer olduğunu bir kez daha düşündüm. 

Abruzzo gezimizin bir diğer durağı Avezzano şehri oldu. 40 bin kişilik bu şehir, iki katlı pastel renkli evlerden oluşuyor, 2. katlarda ufak bir balkon var genelde. 1. Dünya Savaşı sırasında, 13 Ocak 1915’de gerçekleşen deprem sonucunda şehir tamamen yıkılıyor ve 12.000 kişi hayatını kaybediyor. Ardından iktidara gelen Mussolini şehri yeniden inşası emrini veriyor, ben faşist estetiği gözlemleyemesem de İtalyan arkadaşlarım, şehirde herşeyin son derece düzenli olmasını, bütün yolların birbirini dik kesmesini ve geniş meydana bakan kilisenin yalınlığını ve çirkinliğini bu estetik anlayışına bağlıyorlar. 

Abruzzo’nun başkenti L’Aquila ise son durağımız. 70 bin nüfuslu bir kent, geniş meydanaları ve dar sokakları olan usta mimarlarca tasarlanmış Rönesans binalarından oluşan bir kent. L’Aquila üniversitesi 20’si Isparta’dan olmak üzere, her yıl 55 Türkiyeli öğrenciyi Erasmus proramı ile bu şehirde ağırlıyormuş, bizde şehir merkezinde bulunan Bingöl’lü abilerin işlettiği dönercide üçü ile tanıştık. Türkiye Erasmus ofisinin çıkarttığı maddi sorunlardan dolayı söz verilen burslarını alamadıkları için öğrenciler gurbette baya zor durumda kalmışlar, sesimizi duyan olursa şikayetlerini buradan da dile getirelim. 

Abruzzo bölgesinde tepelere kurulmuş kaleler/şatolar mevcut. 16. yüzyılda İspanyol işgali sonrasında yapılmış ve içinizi ürperten bir İspanyol kalesi var örneğin. Bunların bir diğeri ise içinde küçük bir müze bulunduran Celano Kalesi. Trenle yol alırken tepelerde ki bu taştan binaların, yapıların ne kadar da ürpertici geçti hep aklımdan, gri, kahverengi renklerde bazı kasabalar...

İzlenimlerimi Sinibaldo’nun dedesine yaptığımız ziyareti anlatarak sonlandırmak istiyorum. Luco’nun arabayla 10 dakika uzaklığında arabadan iniyoruz, bütün aile bizim gelişimiz için hazırlanmış, gözlerinin içi gülen, sempatik dede beni kucaklayarak karşılıyor. Kadınlar mutfakta yemek işleri ile uğraşırken erkekler dışarda benimle sohbet ediyorlar, Türkiye’nin AB’ye girişi, İslam ve AB ilişkisi, kafalarındaki Türk imajı ana konularımız, dede ise uzaktan beni inceliyor. Önce bol domates soslu makarnamızı, ardında et yemeğimizi yiyoruz, dedenin evde ürettiği şarapta hemen bardaklara servis ediliyor. Yemeğin üstüne ortaya kavun geliyor ve sohbet sürmeye devam ediyor...  Köylü sıcaklığı ile uğurlanıyorum. Hoşçakal Abruzzo.  

 

Duydum ki dünyanın ve Yüzyıl’ın en komünist bakkalı, arkadaşım Fatih yazılarımı okuyormuş, kulağımı çınlatıyormuş arada, ona uzaklardan bolca sevgi ve selam ederim.