Zeki Demirkubuz’un kendini sürekli sorgulamak ve teorik herhangi bir sorun da olsa ona karşı yaklaşımda temelde kendini sürecin kritik bir aşamasına yerleştirip, orada ne yapardım üzerinden bunu yapan ne hissetmiştir diye düşünerek hayatı anlama ve okuma çabası hem üretkendir hem de tüketici.

Boğaziçi’nde okuduğum yıllarda solcu bir arkadaşım vardı, İstanbulluydu, yurtta kalırdı, çünkü ailesinin evi Pendik’teydi. Hafta sonları eve her gittiğinde bir ara durmadan Nietzsche okumaya başlamıştı, süreçten geç haberim olmuştu, oysa yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi o zamanlar. Sırayla hepsini okudu Türkçede yayınlananları, bir ara duydum ki Nietzscheci olmuş, konuştuk. O zamanlar yarım kalmış bir Zerdüşt Böyle Buyurdu denemem olmuştu, onun dışında çeşitli aforizmaları, sözleri, şurada burada alıntılanan, sadece onları okumuştum. Ben de inançlı bir sosyalisttim, ne diyor Marx hakkında Nietzsche? Küçük görüyor dedi. Neyi küçük görüyor? Toplum için, başkaları için bir şeyler yapmayı, köle ruhluluk olarak görüyor, şaşırdım, köle ruhluluk neresindeki bu işin, aksine gönül yüceliği gerekir dedim. Neyse, laf dönüp dolaştı, ne okur, ne anlatır, teorisi nedir dedim. Okumaz o, sadece düşünür, kendi içine dalmış, kendini dinliyor, durmadan düşünüyor, zaten migreni var, gözleri de az görüyor, okumayı da gereksiz buluyor dedi. Şaşırdım. Yirminci yüzyıl felsefesini etkilediğini, kendi yaşamı boyunca çok az okunduğunu ve bilindiğini, asıl ölümünden ya da delirmesinden sonra anlaşıldığını, ama büyük bir inançla gelecekte keşfedileceğini bildiğini söyledi. Ben böyle bir insanın okumadan, tarihle hesaplaşmasını yapmadan, sadece kendi başına düşünerek kitap yazamayacağını, yazsa bile bunun geleceğe kalmayacağını söyledim. Bu şaşırdı, inanmadı, Nietzsche’nin böyle anlattığını (Ecce Homo), onun yalan söylemez olduğunu ekledi, ben imkânsız dedim, ben de durmadan düşünüyorum, insanın kendini keşfetmesi için bile okumasının zorunlu olduğunu anlattım. O sırada bir başka arkadaş geldi, Nietzsche’nin yaşı ilerlediğinde, örneğin otuzunu geçtikten sonra hastalığının da arttığını, giderek zaten okuyamaz hale geldiğini, ara sıra bazı kitapları okuduğunu anlattı, ama ekledi Nietzsche bir filologdur. İş o zaman anlaşıldı, bu gerçekten olabilir, yani 30 yaşına kadar ciddi olarak okuyan, bir uzmanlık alanı olan birisinin iyi bir bellekle, derin bir hesaplaşmaya girebileceğine ikna oldum. Çoğu insan söylemez, Nietzsche’nin eserlerinde kökeni Antik Yunan Felsefesine ve sanatına dayanan çok şey vardır, hatta özü oradadır, ama kendi biyografisini yazarken, kendi felsefesinin dayanaklarını bile tam olarak açığa çıkartamayan birisi, ne zavallıca! Bu biraz şaşırdı, kabul etmek zorunda kaldı, insan kendini keşfetmeden, yani literatürle kavgasını vermeden, yalnızca düşünerek büyük eserler yaratması imkânsızdır, ilk önce kitaplar insana düşünmeyi öğretir çünkü. İnsanlığın bilmem kaç yılda kat ettiği bir süreci kendi başına kat etmesi, üstelik bunu bir ömre sığdırması imkânsızdır. Ama bir insanın çok iyi öğrendiği bir alan üzerine dayanarak, oradan başka alanlara pek çok yöntembilgisel taşıma ile yeni bir bilgi türetiyormuş gibi üretimde bulunması, ya da sistematik uzmanlaşma yaşadığı bir alandan analitik bir sorgulama sürecini başka alanlara taşıması mümkündür, ama elbette sınırlı bir biçimde. Şunun için, ne bilgi biter, ne de doğanın bir insan için yeni ve farklı bir durum yaratma ve onda keşfedilecek yeni bir unsur yaratma potansiyeli, buna ister insanın dinsel imtihanı deyin ister doğanın sonsuz doğurganlığı, keşif sonsuzdur, döngü ve tamamlanmış bir imtihan dünyası eşyanın tabiatına aykırıdır.

Bu açıdan Nietzsche ve sürekli kendini sorgulama süreçleri için sadece şunu söyleyeyim, insanın kendisiyle radikal hesaplaşması açısından insanlık için büyük bir deneyimdir Nietzsche’nin kat ettiği yol, ama tamamlanmış bir deneyim içinse son derece kısırdır, çünkü analitik olmayan bir şeyin hem ömrü sınırlıdır, hem de sorgulayıcı yanı, yani kalıcılığı. Çünkü ister bir felsefi eser olsun, ister bir sanatsal yaratı ya da politik bir söylem, hatta Nietzsche’nin de Şen Bilim’de söylediği gibi, ilk önce ne dediği kadar ne demediğini de belirtmek zorundadır, bunun için analitik bir yaklaşımdan daha derin ve kalıcı bir yöntemi insanlık bilmiyor. Ne oldu, sonunda, en sıradan ve en bayağı, adilik yolundan hiç şaşmayan insanların da içinde bulunduğu ve yenilen insanın kendisiyle yüzleşme çabasına da eşlik eden bir metin çıktı ortaya. Nietzsche’nin faşizme esin kaynağı olması, ya da eylem kaçkınları için bir sığınak olması meselesine gelince, hem kendisiyle yüzleşmesi nesnel dayanağını kaybettiği için, hem de eserine karşı toplumsal tepkiler her zaman eksik kaldığı için, sahipsizdir. Yalnızlığının ürettiği saldırganlık nedeniyle Nietzsche “savaş sevgili kardeşlerim” diye nutuklar attı. Çok açık, Nietzsche Alman ordusuna katılmış, yaralanmış, bir savaşa katılma arzusu hastalıkları nedeniyle reddedilmiş birisi. Onun yücelme ve kendi hududunu görme arzusu karşısında, Dostoyevski’nin eylemde uç noktalara gidip, kendiyle hesaplaşma süreci arasında büyük bir fark var. Nietzsche pek çok insani edime karşı büyük bir horgörme ile yaklaşabilir, ama sonuç olarak kendi psikolojik çözümlemeleri, çok açık ve yalın bir gerçektir bu, Dostoyevski’ninki karşısında çelimsiz kalır. Kendi hudutlarını göremeyen birisidir, onun kendisiyle mücadelesi dinsel perhizciliğe benzer, aynı nedenle büyük lafları cezp edici aforizmalar şeklinde söyleyebilir, ama eylemin bilgisi her zaman eksik kalacaktır. Kendini dinle elbette iyi edersin, ama eylem çağırdığında, kendinle yüzleşmeni sağlayacak olan kendi hataların ve elbette yolda giderken yaptığın rasyonalizasyonlarındır. Nietzsche bir filozof olarak bütün iddialarının aksine yaşamı kastre eden birisidir, yalnızlık ve ormanlar, deniz kenarları, ırmak boyları, insanlardan kaçış ve hayvanlarla söyleşiler hayatında önemli bir yer tutar, ama insan deneyimleri ve elbette yaşamın kendini sınaması açısından züğürttür. Dostoyevski’yi yapan şeyden, yani eylem içindeki felsefeden biraz habersizdir. Şan ve nam için büyük nutuklar atarken, aslında yaratıcı değil kısırdır. Aslolan ötekiyle empati yaparken, ötekinin eylemine açık olmaktır, yoksa eylemi kastre ettiğinde kaçınılmaz olarak kendini de kısırlaştırmış olursun, hayata bağrı açık olmayan insan, küçük insanı tuhaf derecede iyi tanıyabilir, ama aynı zamanda aklını da köreltecektir. Yücelik peşinde koşarken, insanın insan olmaya yakışır büyük erdemlerinin de keşfedilme ve kendini sınama süreci eksik kaldığı için, gururla haykırdığı büyük sözler, hayatın sınayıcılığı açısından her zaman kısır kalacaktır. İsteyen zafer peşinde koşsun, bilgelik ancak yenilgiyle gelir çünkü. Zafer peşinde her tür yüceleştirme çabası eninde sonunda pratik hayatın zenginliğini kurmaca dünya içinde yeniden yaratamaz, Nietzsche’nin kendince başyapıtı saydığı Zerdüşt Böyle Buyurdu’nun olgusal dünyası, insana dair iç gözlemleri, ister Shakespeare isterse Dostoyevski’yi alalım, müthiş kısır kalır, kuru nutuk formatına bürünür, eylemin zenginliği eksiktir çünkü. Eylem yani somut alanı yalnızca kişiyi kendiyle yüzleştirmez, aynı zamanda sonsuz bir durum zenginliği yaratır.

Zeki Demirkubuz için açıkça söylemem gerekirse, filmlerinin kurmaca dünyası ne yazık ki sınırlıdır, insanın kendi tasarımının zenginliği için kritik halkayı kurarken çok ciddi durumları yaratması gerekir. Bunu da eylemden başka verecek, hayatın akışından türetmekten başka bir şey yoktur, doğanın yarattığı durumlar karşısında, insanın kendi tasarımları her zaman çok kısır kalır.

Bu anlamda hem Shakespeare’in en büyük oyunlarının monografilere dayanması, Dostoyevski’nin inanılmaz pratik eylemi üzerine inşa edilmiş romanları, hep belirli bir çatıyı doğadan devralmaya dayanır, üstelik bu doğadan devralınan olgular dünyası, yalnız yazar için değil, okuyucu ya da seyirci için de müthiş ortak deneyim alanı yaratır.

Büyük aforizmaların etkisi sınırlıdır, aforizmanın en iyi gideri eylemin en kritik anında söylendiğinde yerini bulur.

Bu açıdan söyleyeceğim şu, evet bir yüzleşme insana çok şeyi getirir, ama gerisinde zengin bir eylem alanı üzerine inşa edilmişse, hayatı yadsıyan tavır aynı zamanda bilgelikten ve yenilginin sonsuz eğiticiliğinden de uzak kalır.

Gurur şenliği düzenleyip Nietzsche’nin üstinsanı peşinde koşarken, insan kendi eylemleri için rehber bulmak yerine, kimi sonuçlar çıkardığında, bazı şeylerde ortaklaşabilir, ama o kadar olur. Hayatı kısırlaştırmak yeniden hayata aç olmaktan başka sonuç vermez, önemli olan el etek çekip büyüklük nutukları atmak değil, hayatın içinde saf ve büyük olmaktır, nesnellik ya da gerçeklik eğiticidir, çünkü biricik sınama merciidir, alternatifi yoktur ve onun karşısında her zaman yetersizizdir, yetersizlik ise yüzleşmenin en temel nedenidir. İnsan çok güçlü olsaydı, bırakın sorgulamayı ya da yüzleşmeyi sadece daha yıkıcı olurdu, insanı ahlaklı/erdemli/bilge yapan güçsüzlüğüdür, yenilgi esastır, yara iyidir. Zengin duygu dünyası, züğürt olgu dünyası yaratıcı için yalnızca sığlaştırıcı olabilir.