ZAMANSIZ DÜŞÜNCELER-12
 
Orhan Pamuk’un Yeraltından Notlar üzerine yazdığı önsöze bakıldığında, karakteri hastalıklı birisi gibi kavradığı ortaya çıkar. Aşağılanmak, kendini aşağılamaktan hazzetmek, niye severiz, şu bu…
Aslında romanı tümüyle yanlış kavramak denilebilir buna.
Yeraltından Notlar kitabının büyüklüğü, istisnai bir tipi çok iyi anlatması değildir, genel olarak insanın ruhsal yapısındaki karmaşayı görebilmesidir, zaten çıkış noktası da bunu net bir şekilde gösterir. Bir hedef belirleyen, sistematik olarak çaba gösterip, kendi hedefi için kendini bileyen bir insan modeli, insanın kendi çıkarlarını bilebileceği, buna göre hareket edeceği, insanın kendisi için iyi olanı bilebileceği… şu bu. Sonuçta pragmatist aklın galip geleceği, isteyen bunu liberalizme, isteyen de sosyalizme yontabilir.
İnsanın kendi çıkarını bilebileceği tartışması biraz da skolastik bir tartışmadır. Niye mi? Çünkü düşünün, insanın kısa vadeli çıkarları mı, uzun vadelileri mi? Düşünün, etrafındaki hangi toplulukları çıkar hesaplarına dâhil edecek, hangi türdeki çıkarlarını düşünecek, çıkarların da türleri vardır çünkü, örneğin kendi çıkarlarını düşünen insan, bu çıkarlara etrafındaki hangi insanları dâhil edecek? Sadece bu bile çıkarlarını değiştirirdi. Yeri gelir, kardeşlerin bile çıkarları birbiriyle uyuşmazken. Değil mi efendim, doğuda bir aile bir diğer aileyi taramıştı, çok sayıda insan ölmüştü, meğer kardeş aileleriymiş bunlar.
Şunu söylemek isterim, bütün bunları düşünmesek bile, kendi çıkarlarını sezip, bunları gerçekleştirecek planlar yapabilmesi, üstelik bunları uygun bir strateji dâhilinde gerçekleştirebilmesi, sanıldığından çok daha az bulunur. Hatta çıkarını çok iyi bilebilen, buna uygun hareket edebilen bir insan nadir bulunur, çok az kimse tarafından fark edilir, özellikle de eşleri tarafından. Ama toplumları düşünelim, hangi toplum çıkarlarını düşünebilir, buna ilişkin uyumlu hareket edebilir?
Genel olarak tarihler büyük yanılsamalar üzerine kurulu değil midir?
Yeraltı, filmini düşünelim. Muharrem güne başlıyor, ne bir eşi var, ne de her şeyini paylaşabileceği bir dostu. Komşularına da saygı beslemiyor, gizli bir mutsuzluğu var, etrafındaki anormalliklere bakıyor, şaşıyor, neredeyse kendisi normalmiş gibi, dürüstmüş gibi, yeteneksiz birisi değil Muharrem, hasta birisi de değil.
Komşusu saçma sapan bir müziği gece-yarısı açıyor, “Bakar mısınız?” yanıt yok, uyuyamıyor. Yumurta ve patates. Ertesi gün, hizmetçi kadına kendisini işine katmadan ve haz alarak durumu anlatıyor, başardı çünkü.
Hizmetçi kadına neler çektiriyor, yaşlı ve hasta komşusu. Onun ulumasına şaşıp kalıyor, aklı almıyor, durup dururken uluyor, herkes ona bakıyor.
Komşu, kadına inanılmaz çektirince, ona akıl veriyor, it gitsin, kaza olsun. Çıkışsız Muharrem, hayatın yükünü ve ağırlığını taşıyamıyor.
İçten gelen tatminsizliğin ve derin sıkıntının aşılamaması, hayatındaki ereksizlik, boşluk duygusu onu gece hayatıyla tanıştırıyor, içini boşaltıyor.
İstenilmediği bir “toplantıya” kendini davet ettiriyor, onlara kısaca “dürüst değilsiniz, yalakasınız” diyor, onlar da iyi de o zaman aramızda ne işin var, biz böyle mutluyuz yanıtını alıyor. Sizden nefret ediyorum diyor, ama işten çıkınca o toplantıya gitmemeye kesin kararlı olmasına rağmen, iki tek atınca kendini orada buluyor, hatta nasıl geldiğini bile bilemiyor, belki koşarak da gelmiştir geç kalmayayım diye. Toplantı saati değiştirilmiş, haber verilmemiş ona, Muharrem’in öfkesi büyüyor, masaya geçiyor, içi hınç dolu, ama kusamıyor, insanların hiçbir şeyi dert etmeyen haline öykünüyor, hatta içinden kendi mutsuzluğunun nedeni, mutluluğu oynayamamış olmasına bağlıyor, onlar gibi olmak isterdi Muharrem. Susuyor, içinden inanılmaz sözler ediyor, çoğu da doğru, dışarıdan ise yalakalara katılmak için kendini zorluyor, ama onlar gibi değil, o kadar kendini zorluyor ki içten direnç geliştiriyor, yorgunluk anında uyuyor onların yanında. Uyanınca anlamsızlığın dibinde, huzursuz ve rahatsız bir uykudan kalkınca alay edilen sözlerle karşılanıyor, battı balık yan gider.
Real Madrid Hotel, tezahüratları arasında oradan gitmek istiyor, ama duramıyor, o kadar hınçlı ki hata yapmadan duramıyor, sonuç Barselona otele koşmak oluyor. Sonrası yere yatırılmış, neredeyse kusacak. Çıkarken güvenlik elemanlarına teşekkür ediyor.
Hizmetçi kadınla da kötü oluyor. Planlar değişmiş, nasıl ters memurumuz en kızgın ve en hiddetli anında önüne bir bardak çay sürseler, bütün yelkenleri suya indiren tipte ise, hizmetçi kadın da evlenme teklifi karşısında yeni ayar çekmiş kendine. Onun yeni haline uyum gösteremiyor, takışıyor kadınla, tersleniyor. Her şeyi kırıp döküyor, Muharrem, ama orada bir başka yenilgi daha bekliyor Muharrem’i, kalbini ona açmaya gelmiş kadını da o kırmak istiyor. Ona değer verenlerin yanında sıkılıyor, onu tersleyenlerin yanında öfkesini kusamıyor, bir türlü ne yapmak istediğine karar veremiyor ve sebatla bir şey için çalışmaya mecali yok. Muharrem kendi yapabilecekleri için, yetilerini bir yöne kanalize edemiyor.
Peki, Muharrem kim bizim toplumumuzda, gerçek şu, büyük çoğunluk, yani istisna değil, büyük çoğunluk, yüzde ellinin her iki tarafında da Muharremler var. Muharrem bilinçsiz değil, aksine pek çok şeyin bilince, ama kendi önünde, içten gelen ve bir türlü ehlileştiremediği uyumsuzluğu ile kendine bir yaşam alanı bulamıyor.
İlginç değil mi? Bir hedefe kilitlenen, kendini sürekli yeni yüce hedeflere göre yetiştirmeye çalışan, hayatında ipleri kendi elinde tutmaya çalışan pragmatist bir karakter tahayyülü bir yanda, Muharrem öbür yanda? Çoğunluk hangisi? Asıl sorun da bu: insanlar ya o tarafta ya da öbür tarafta değildir, insanların dönemleri vardır, birinden diğerine yuvarlanır dururlar. Yapabilmek güdüsünü öldüren kanalize edilememiş bilinç ve eylem kişinin kendisini durduracak, pili bitecek kadar tüketebiliyor.
Rasyonel insan bir tahayyüldür, insanın kendisi kendi önünde ne kadar da zayıftır, bütün bu ilişkilerin içinde insansever olarak kalabilmek ve insanlıkla barışık yaşamak ne kadar da zor!
Türkiye’yi düşününce, şunu iyi görüyorum artık: Türkiye mutsuz bir ülke, evet ülkelerin de mutsuzu vardır, dahası Türkiye hınçlı bir ülke, insanların kendisinde kusulamamış bir öfke var, oturuyorsunuz ve insanlar beş on dakika nutuk atıp, bu ülke adam olmaz sonucuna varıyor, biz adam olmayız sözü halkımızın en çok tartışmalarında ulaştığı sonuç. Bu tartışmaların en önemli biçimi şu: masadakileri ayırıp, genel için konuşmayı becerirseniz, masadan uyumlu ve mutlu kalkıyorsunuz. Sen kendine bak, diyen birisi çıkınca birbirinize düşüyorsunuz…
Tamam inşallah demişlerdi bir kez, seçim yasağı varken duvarlara geceleyin yazmışlardı, sonra ardından Hoca’nın miras kavgası çıktı, tamam değilmiş mesela. Ama tamam olmasını ne de çok istemişlerdi, şimdi yeni bir Tamam dönemindeyiz, bakalım bu dönemin ardından ne zaman miras tartışması çıkacak.