Doğan Medya’nın da aslında bir illüzyon olduğunu hatırlatıp durmanın bundan sonra pek faydası yok. Yenilgi almış Anadolu takımının mağrur topçusu gibi önümüzdeki maçlara bakacağız. Bu maçta okur (izleyici) ve gazeteciler aynı takımda. Okura düşen, kendine yakın gördüğü gazeteciliği desteklemek, gazetecilerinse görevi bu desteğe yakışır bir gazete sunmak

Zenginin medyası züğürdün algısını yorar

“Türkiye Türklerindir” ibaresi 1949 sonundan beri Hürriyet logosunun yanındaki yerini koruyor. Bu ibare ara ara tartışma konusu olsa da neden oraya yerleştiği pek konuşulmaz. İrem Barutçu, Babıâli Tanrıları- Simavi Ailesi’nde (Agora Kitaplığı 2004) bu konuya değinmişti.

Evet, Hürriyet’in kurucusu Sedat Simavi milliyetçi bilinir. Hatta Kıbrıs Davası gibi o güne kadar hiç hesapta olmayan bir konuyu gazetenin kuruluşundan itibaren düzenli işleyerek kamuoyu gündemine sokacak kadar. Ancak asıl dert, Hürriyet’in kuruluşundan itibaren ortalıkta gezen “Hürriyet gazetesi Yahudi sermayesiyle kuruldu” dedikodularına cevap vermektir. Çünkü, Simavi gazeteyi kurarken Musevi işadamları Burla Biraderler’den borç almıştır. Sonradan bu borcun komisyonuna kadar ödendiği dillendirilse de dedikoduların önü alınamaz. Bir de gazetenin kuruluşu, İsrail devletinin kuruluş sürecine denk gelip bununla ilgili haberlere ağırlık verilince dedikodular iyice ayyuka çıkar. Bunun üzerine Simavi önce logoya bayrak ekler, sonra altına “Türkiye Türklerindir” ibaresi ekler ve hatta iddialara “Yüzde Yüz Su Katılmamış Türküm” cevabı içeren bir yazıyla cevap verir. Hürriyet’in sermayesine ilişkin iddiaları doğrulayan bir belge yok. Dedikodu ya da hakikat, Hürriyet gazetesinin kamuoyundaki ilk yankısı “ardındaki sermayenin” sorgulanması şeklindedir. Öyle ki, bugün gazetenin geleneğini özetlediği sanılan o meşhur ibare bile bunun sonucudur.

Sermaye nereye, medya oraya
Tesadüf o ki, bugünlerde Hürriyet’le birlikte koca bir medya grubunu elinden çıkaran Aydın Doğan’ın medyadaki yankısı da sermaye üzerinden olur. Bir kere gazetecilik dışından biridir ve Babıâli geleneği buna tepkilidir. Daha da ötesi, 1979’da Milliyet’e büyük ortak olarak giren Aydın Doğan’a sermayeyi Koç ailesinin sağladığı dedikoduları epeyce dillendirilir. Koç’un sahibi olduğu Tofaş’ın baş bayiinin de Aydın Doğan olması söylentileri kuvvetlendirir. Söylenene göre Vehbi Koç, bir gazete sahibi olduğunun bilinmesinin şirketlerine ve itibarına zarar vereceğini düşünerek böyle dolaylı bir alım yaptırmıştır. Ara ara gündeme gelen bu iddianın da delili yok elbette. Ancak her iki örneğin de gösterdiği şu ki, medya sahipliği ve sermaye ilişkisi basın tarihi boyunca merak konusu oldu. Haliyle, bunun yapılacak gazeteciliğe etkisi olacağı düşünülüyordu. Oldu da. Sermaye ve iktidar arasındaki ilişki malum. Gazetenizden ve gazetecilikten başka çıkarlarınız varsa hangi görüşten olursa olsun iktidarlar karşısındaki konumunuz pek değişmez. Ağırlığı, frekansı, yönü değişir ama ilişkinin özü değişmez.

‘Eskiden gazetecilik vardı’ romantizmi
Türkiye’de koalisyon hükümetlerinin hüküm sürdüğü 90’lar boyunca, medyanın hükümetler karşısındaki konumu bugünkünden farklıydı. Ekonomi de bıçak sırtında olduğundan medyanın hükümetler karşısında baskı kurma şansı vardı. Bunun karşılığında da gelsin ihaleler, kurulsun bankalar, kapılsın teşvikler, peşkeş araziler gibi bir ilişki biçimi gelişti. Aslında gazetecilik asıl itibarını o günlerde kaybetti ama bunun asıl sonuçlarını hissetmesi için daha görecekleri vardı. Gazeteciliğin sermayeyle bütünleşme açısından ‘altın çağı’ sayılacak 90’larda gazetecilik yapanlar, şimdi bir kısım muhalif medyada “Eskiden gazetecilik vardı arkadaş” diye romantik romantik takılıyor. Ancak pek azı bu sağlıksız ilişki biçimi doğarken orada olduklarını hatırlamak istiyor. “Ben önce işadamıyım” diyenler zaten mutlu hatırlıyor o ayrı. Aslında bu dönemin sağlaması tek bir soruda saklı: Ya Aydın Doğan eskiden olduğu gibi bugün de hükümetle uzlaşmanın ya da ona hükmetmenin bir yolunu bulsaydı? Bunu denemediğini söylememek mümkün mü? Gazetecilik için savaştığını filan düşününlerinse işin aslını görmek için 90’lardaki ortama biraz derinleşmeleri yeterli. “Ne olursa olsun asla bugünkü kadar kötü değildi” diyebilirsiniz. Haklı da olabilirsiniz. Ancak medyanın iktidar imkânlarına öyle göbekten bağlanmasının, hangi görüşten olursa olsun güçlü bir hükümet geldiğinde doğuracağı sonuç bundan farklı olur muydu sizce?

Bağımsız medya derken neden söz etmeliyiz?
Özetle; medyanın bu hale gelişine bir neden ararken, bunun aslında bir dönemin sonucu olduğunu unutmamak gerek. “Şimdi ne yapacağız?” sorusunun tek cevabı artık kılavuz istemeden görünen köy: Bağımsız medya. Bağımsız derken bunu sadece iktidardan bağımsızlık gibi algılamak hata olur. Sermayenin her türlüsü ve herhangi bir çıkar odağı, lobi grubu da dahil buna. Hatta uzun vadede medyanın klasik gelir kaynağı reklam bile bu gruba eklenir. Bir bağımsız medya kuruluşuna reklam vermenin sermaye için ne gibi riskler doğurduğu ortada. Çünkü çıkarların kesiştiği yerde her defasında ilk feda edilenin gazetecilik olacağını görmek zor değil. Geçiş dönemleri belki biraz farklı hissettirir ama sonuç hep olacağı yere varır. Sermaye el değiştirirken, okura da bir değişim değeri olarak bakılır. Örneğin; bir gazeteci ekrandan veya gazetesinden uzaklaştırılırken okurun veya izleyicinin tepkisi hiç düşünülmez. Mahallede sadece tek bir lokanta veya onun farklı şubelerinin olması ve yemeklerimiz ne kadar kötü olursa olsun bizden yemek zorundasınız demek gibi bir şey bu.

zenginin-medyasi-zugurdun-algisini-yorar-445865-1.
Taz’ın proje yöneticisi Konny Gallenbeck, 2017 yılında Journo’dan Canberk Beygova’ya verdigi röportajda önemli bir detayın altını çiziyordu. 3 bin kişiyle kurulup bugün 17 bin üyeyi aşan kooperatifin geliri çalışanların maaşları için değil, gazeteyi geliştirmek için kullanıyordu. Gallanbeck’in aynı röportajda Türkiye’den BirGün’ün dijital abonelik modelini de geleceğin gazetecilik modelleri arasında göstermesini bir detay olarak ekleyelim.

Çıkış yolu var mı?
Eskiden de dillendirilen ancak ütopik olarak görünen bazı şeyleri biraz gecikmiş de olunsa ciddi ciddi tartışmak gerek artık: Var olan bağımsız medyayı güçlendirmek ve sadece okurunun (ya da izleyicisinin) ve çalışanlarının sahibi olacağı yeni bir haber medyasına odaklanmak. Bunları kağıt üzerinde dillendirmek kolay da işin uygulamaya geçmesi biraz zor. Çünkü çoğunluğunu bu yazıyı da okuyanların oluşturduğu bir grup dışında kalan geniş kitleler, haber ihtiyacına karşılık para ödemesi gerektiğini unuttu. Bunda internetin de katkısı büyüktü tabii. Bu sadece ülkemizde değil tüm dünyada bir tıkanma yarattı. Bu tıkanmayı aşmak ve dijital medyayı kârlı bir hale getirmek için yapılan “tık avcılığı” da farklı bir sorun yarattı. İçeriğin kalitesizliği, gazeteciliği ucuzlaştırdı, ona para ödeme motivasyonunu iyice olanaksızlaştırdı. Yine de çıkış yolları var.

Digidays’de Jessica Davies, (Türkçe çevirisi journo.com.tr’de) İngiltere’nin saygın gazetelerinden The Guardian’ın modelinin çarpıcı sonuçlarını özetlemiş. The Guardian’ın gelirlerinde reklamın payı artık eskisinden çok daha az. Bu da gazeteyi tık avcılığından uzak durmak, nasıl olursa olsun daha çok okura ulaşmak gibi takıntılardan kurtarmış. Bu yükten kurtulup, bağış yoluyla finansmana dönen kuruluş, 300 bini düzenli 800 bin bağışçıya sahip olmuş. Bu yola çıktığında sadece 50 bin dijital abonesi olan The Guardian’ın bugün geldiği nokta önemli. Bu bağışların tek anlamı, okurun, kendi haber kaynaklarına sahip çıkması ve onları ödüllendirmesi. Bunun için de bir farkındalık eşiğini aşmak gerekiyor.

Kooperatif modeli
Almanya’nın sol görüşlü gazetesi Taz’ın gelir modeli de bir başka alternatif. Taz, 1979 yılında, gazetecilik için kurulmuş bir kooperatifin gazetesi. Şu anda 17 bini aşan kooperatif üyesiyle bağımsız gazetecilikte başarılı bir model haline gelmiş durumda. Taz’ın proje yöneticisi Konny Gallenbeck, 2017 yılında Journo’dan Canberk Beygova’ya verdigi röportajda önemli bir detayın altını çiziyordu. 3 bin kişiyle kurulup bugün 17 bin üyeyi aşan kooperatifin geliri çalışanların maaşları için değil, gazeteyi geliştirmek için kullanıyordu. Çünkü gazete zaten abonelik ve ilan gelirleriyle çalışanların maaşlarını karşılayabiliyor. Kooperatifse, gazeteyi geleceğe güvenle taşımak için adımlar atıyor. Yunanistan ve İsviçre’de de kooperatif modelinin örnekleri var. Gallanbeck’in aynı röportajda Türkiye’den BirGün’ün dijital abonelik modelini de geleceğin gazetecilik modelleri arasında göstermesini bir detay olarak ekleyelim.

Okurdan destek beklemek kolay da…
Türkiye’deki okur veya izleyicinin, gazeteciliğe sahip çıkmak için fedakarlık yapacağı noktaya eriştik mi? Türkiye’deki okurluk geleneğini İngiltere’yle ya da Almanya ile bire bir kıyaslayamayız ama Doğan Medya’nın satışından sonra özellikle sosyal medyada yaşanan panik havası umutlandırıcı bir işaret. Doğan Medya’nın da aslında bir illüzyon olduğunu hatırlatıp durmanın bundan sonra pek faydası yok. Yenilgi almış Anadolu takımının mağrur topçusu gibi önümüzdeki maçlara bakacağız. Bu maçta okur (izleyici) ve gazeteciler aynı takımda. Okura düşen, kendine yakın gördüğü gazeteciliği desteklemek, gazetecilerinse görevi bu desteğe yakışır bir gazete sunmak. Kitlelerde karşılık bulacak bir gazetenin “Al muhalefet yapıyorum işte daha ne istiyorsun” deme gibi bir lüksü olmamalı. Çünkü gazetecilik=muhalefet değildir. Gazetecilik haliyle yani doğası gereği iktidarları rahatsız edecek sonuçlar doğurabilir, ama adı üstünde bu bir sonuç. Ancak günümüzün medya ortamında geniş kitlelerle buluşması için bu tek başına yeterli değil. Her ne kadar bugün geldiği nokta üzerinden eleştirecek olsak da Hürriyet’in 1948’de girdiği gazetecilik ortamında kırdığı bazı klişeler vardı, örneğin; önceden bir gazete için daha hafif görünen konuları işlemeye başlamıştı, Londra Olimpiyatları’na kimse muhabir göndermezken Hürriyet göndermişti ve karşılığını geniş kitlelerin ilk kez dikkatini çekerek almıştı. Bugün de yeni medyanın sağladığı olanaklar var diyoruz ama her biri maliyet. Kaldı ki gazetecilik gibi düşünsel emeğin yoğun olduğu bir sektörden söz ediyoruz. Öyleyse “iyi gazeteciliği” abonelik veya yeni modellerle desteklemekten başka çare yok, bunun için de bu alana yatırım yapacak “iyi ve cesur bir zengin” beklemek hem hayal hem yanlış. Çünkü öğrendik ki zenginin medyası züğürdün algısını yorar.