Çekilen hiçbir acı tarif edilemez. Belki ancak bir şekilde ifade edilebilir. Elinize batan kıymığın acısını anlatamazsınız. Sadece yüzünüzün şekliyle, ağzınızdan çıkacak acı ünlemleriyle ifade edebilirsiniz. Ancak karşınızdaki insan sizin çektiğiniz acıyı çektiyse sizi anlayabilecektir. Ve muhtemelen yine de bu acı aynı acı olmayacaktır. Hiçbir tarif çekilen acının insanda yarattığı hissiyatı anlatabilecek ölçüde yetenekli değildir. Çünkü dil denilen ve bizi insan yapan şeyin kendisi acı karşısında aciz, suskun ve sınırlıdır. Canınız yandığında bağırmanızın nedeni budur. Ete giren bıçak hiçbir kelimeyle karşılanamayacaktır. Can alan kurşun ciğeri deldiğinde sözler yoktur. Uğruna canınızı verebileceğiniz her kimse, onu bir daha görememenin size vereceği acıyı hiçbir dil anlatamaz. Ve acının büyüklüğü acıyı çeken insanın yüreği kadardır. Yüreği büyük olanın acısı her daim daha büyük olacaktır.

“Sonunda beni anneme gösterdiler. ‘Nasılsın? Sana iyi davranıyorlar mı?’. ‘İyi’. ‘Bütün gün neler yapıyorsunuz burada?’. ‘Yazıyoruz, okuyoruz, film seyrediyoruz’. ‘Kendi yaşıtın kızlarla mı kalıyorsun’. ‘Evet, evet anne’. Anneme insanların işkence gördüğü ve öldürüldüğü bir toplama kampında olduğumu anlatamadım. Bu, onun beni canlı olarak son görüşü olabilirdi, anlatsaydım onları da tehlikeye atmış olacaktım”. Yalnızca 20 yaşındayken cunta tarafından bir toplama kampına gönderilen Arjantinli bir kadının yarın ölme ihtimali olduğunu bile bile çektiği acı ve korkuyu annesine hissettirmeme gayretidir işte bu sözünü ettiğim büyüklük. Ve cuntanın hücrelerinde çocuğunu doğuran, doğurduğu çocuk cunta tarafından ‘komünist olmayan’ ailelere evlatlık verilen ve çocuk doğurduktan sonra o hücrelerde öldürülen kadınların anısı için, onların, çocuklarının ve koskoca bir ülkenin çektiği acılar için hiç durmadan, dinlenmeden, üşümeden, üşenmeden, yılmadan yıllar boyunca Plaza de Mayo’da, Galatasaray’da “çocuklarımızın hatıralarını istiyoruz” diye bağıran annelerdir büyüklük.

Cunta Arjantin’de 1976-1983 yılları arasında sürdürdüğü kirli savaşta 30.000’den fazla insanı öldürdü, kurduğu 400 toplama kampında insanlara işkence etti, katletti, yok etti. Ve cuntanın kaybettiği 30.000 evladını arayan anneler tam da Arjantin’in başkentinin kurulduğu Plaza de Mayo meydanında bir araya gelip yumruklarını sıktılar. Plaza de Mayo Anneleri kendi acılarından barışı yoğuracak kadar onurluydular. Onlar Arjantin’in zeytin ağaçlarıydılar. Neden mi zeytin ağacı? Mehmet Öz işkence günlerini anlattığı Mamak Tatlısı kitabında veriyor bunun cevabını: “Zeytin ağacı bin yıl yaşardı... Kimseciklere yük olmaz, kendiliğinden yetişir, havadan, sudan, nemden beslenirdi dağların yamaçlarında... Meyvesi istendiğinde dövülür, kırılan dallarında barışı temsil etmekten asla vazgeçmezdi.”

Ve Cumartesi Anneleri, 27 Mayıs 1995’ten beri, tam 600 haftadır, Galatasaray Lisesi önünde gözaltında kaybedilen çocuklarını, yakınlarını bulabilmek adına; faili meçhul cinayetlerde katledilen canlarının katillerinden hesap sorabilmek adına; Arjantin’de kafası taşla ezilerek öldürülen kadının, İrlanda’da sırtından vurularak katledilen komünistin, dünyanın her yerinde aynı kirli eller, aynı hain gözler ve kararmış yüreklerle çocuğunun gözü önünde alınıp bir araca bindirilerek kaçırılan ve kaybedilen nice hayatların hesabını sorabilmek adına yeniden bir araya geliyorlar. 600. kere bir araya geliyorlar. Tarif edilemeyen acılarını yüzlerinde, yüreklerinde saklayarak geliyorlar.

Onlar da bu ülkenin zeytin ağaçları. Dalları kırıla kırıla meyveleri toplanan ama yine de karanlık bir dünyaya bir güvercinin ağzında barışı müjdeleyen zeytin ağaçları. Selam olsun onlara. Selam olsun dilin sustuğu acıların sahiplerine, bin defa.