İlk kez kim kullandı bilmiyorum ama 20 yıla yakın bir süredir filmler üzerine yapılan arkadaş sohbetlerinde kullanıldığını duyduğum bir ‘sarkma’ sözcüğü var. Çoğunlukla ‘film sarkmış’ biçiminde söylenen ifade, filmin olması gerekenden daha uzun bir süreye sahip olduğunu, kimi durumlarda da hikâyedeki dramatik çatışma unsurlarının dengesizliğini vurgulamak için kullanılıyor. Eleştiri yazını, ne anlama geldiğini herkesin bildiği ama söylem kurarken biraz çirkin duran bu ifadeyi pek sıcak bulmamış olmalı ki, takip ettiğim sinema yazarlarında rastladığımı hatırlamıyorum.

Ama şunu da kabul etmek lazım: Sarkma sözcüğü, hem insan bedeninde yaşlanma etkisiyle ortaya çıkan fiziksel değişimlere dair olumsuz çağrışımlar içerdiği, hem de tek taraflı, ısrarcı ve rahatsız edici flört girişimlerini tanımladığından, anlatı yapısında sorunlar bulunan filmler için belli ölçüde tanımlayıcı ve açıklayıcı olabiliyor.


***

Peki, bir film neden ve nasıl ‘sarkar’? Bunun, televizyon yayıncılığının zorlamalarıyla belgesel sinema alanında ortaya çıkan bir türünden söz edebiliriz. Belgeselci arkadaşlarımız özellikle 2000li yıllar boyunca filmlerini televizyonlara sunarken ‘ya 26 ya da 52 dakika’lık süre zorlamasıyla karşılaşıyordu. Filminizi ya 26 dakika ya da 52 dakika sürecek biçimde kurgulayacaktınız, böylece reklamlarla birlikte 30 veya 60 dakikalık bir yayın periyodunu ‘doldurulacak’tı. Bu süre uygulamasında National Geographic, Discovery, History Channel gibi televizyon kanallarının büyük etkisi var. Yine de bu kanalların ‘üretim bandı’ndan çıkan, bir kısmına belgesel bile diyemeyeceğimiz programlar hiç değilse bir ‘yayın tutarlılığı’nın parçasıdır. Oysa Türkiye’de çoğunlukla haber ağırlıklı yayın yapan pek çok kanal, belgesel filmi sadece ve basitçe bir dolgu malzemesi olarak kullanıyordu -sanırım artık bu da kalmadı.
Böylece, derdini örneğin 37 dakikada anlatan bir filmin 26 dakikaya indirilmesi ya da 52 dakikaya çıkarılması gibi saçma bir zorunluluk ortaya çıkıyordu. Hiç olmazsa masrafların bir kısmını karşılamak amacıyla filmini televizyona veren bağımsız belgeselci arkadaşlarımın ürünlerini hem orijinal süreleriyle hem de yayın versiyonlarıyla izleme şansım oldu. ‘Sarkma’ gibi hiç olumlu anlamı bulunmayan bir sözcüğün neredeyse canlı bir varlığa dönüştüğü bir üretim sürecine zorla dâhil edilen bu filmler, artık ‘sarkıtılmış filmler’di -bazıları yukarı, bazıları aşağı doğru… Oysa, özellikle belgesel sinemada, filmler kendi sürelerini kendileri belirler. Öyle bazı öyküler vardır ki, şu kadar dakikanın altına indirir ya da bu kadar dakikanın üstüne çıkarırsanız tüm anlam ve anlatıya yazık edersiniz.

olabiliyor.

***

Seyirci, ister belgeselde olsun ister kurmacada, filmdeki sarkmaları anlar. Bunun için gereken şey sinematografik üretimin temel ilkelerini bilmesi değil, yeterince film izlemiş olmasıdır.

Genellikle zamanla ilişkisi üzerinden belirginleşen ‘sarkma’, özellikle ‘özdeşleşmeci’ sinemada, seyircinin gerçek zaman ve filmsel zaman algısında bir rahatsızlığa yol açar. ‘Gerçek zaman’, öykünün anlatıldığı süredir -ortalama bir Hollywood filminde 90-100 dakika. ‘Filmsel zaman’ ise filmde sunulan öykünün anlattığı süredir; sadece bir gecede yaşanan olayları ya da 150 yıllık bir aile tarihini kapsayabilir. Karakterlerle özdeşleşerek kendini hikâyenin akışına bırakan seyirci için önemli olan, bu iki farklı zamanın birbirine tam oturmasıdır. İnsanlığın hikâye anlatmaya başladığı ilk günden bu yana, özellikle 1895’te sinemanın icadıyla birlikte neredeyse biyolojik saatimizin bir parçası haline gelmiş bu algı düzleminde seyirci, anlatıya ne kadar teslim olsa da, akıştaki değişiklikleri fark eder. Sonuç, tıpkı cinsel hayatta karşılaşılan erken ya da geç boşalma sorunlarındaki gibi bir ‘arzunun karşılanamaması’ durumudur; film aşağıya ya da yukarıya doğru sarkmıştır.

Peki, süresi çok uzun, epik (destansı) ve epizodik (bölümlere ayrılmış) anlatılar karşısında seyircinin durumu nedir? Buradan bugünkü dünyaya ve Türkiye’ye denk düşen bir algı durumunu tartışmaya geçebiliriz.

(Devam edecek)