Son günlerin önemli sorularından biri, akademisyen gözaltıları ve tutuklamalarıyla ilgili. Ne yaptıklarını bilerek mi yapıyorlar? Gerçekten ‘Gezi’nin “iç ve dış güçlerin” komplosu olduğuna inanıyorlar mı, yoksa stratejik bir yalan mı var?
Aslında ikisi birden işliyor.

Kendisini köşeye sıkışmış ve yetersiz hissedenler, kimi zaman başa çıkabilmek için olup bitene dair yargılarını değiştirmeye başlar. Başına gelenlerin sorumluluğunu üstlenmek yerine dünyanın kendisiyle ‘uğraştığını’ düşünmek daha kolay gelir.

Korkuyla ilgilidir hemen her zaman. Kaybetme, yıkılma korkusu. Yapamayan benim demek, zor geldiğinde onlar yüzünden yapamadım deme, hali.

Başkalarının kendisiyle uğraştığını düşünmenin korkuyu yatıştırıcı bir yararı da var. O kadar önemli biri olmalıyım ki, benim başarısız olmama çabalıyorlar! Öyle ya, zayıf, yetersiz, beceriksiz olmaktansa demek ki o kadar güçlü ve önemliyim ki beni yıkmaya çalışıyorlar demenin gönendirici etkisine dayanmak zor olabilir.

Olumsuzluğun asli kaynağının “düşmanlar” olduğu yargısına varınca dünyaya bakma biçimi kökünden değişir. “Ya bendensin ya düşman”, ilkesi görme, değerlendirme biçiminin temel denetim kapısı oluverir.

Böylece sarsılmaz iki inanç doğar: ben çok önemliyim ve düşmanlarım var.

Sonra birbiri içine giren ve birbirini güçlendiren iki süreç işlemeye başlar. Olabildiğince güvenliği artırmak için her şeyi kontrol etmeye çalışmak, böyle yaptıkça da kontrol edileceklerin çoğalmasına bağlı olarak daha şiddetli bir güvensizlik batağına saplanmak.

Etrafına ördüğü koruma duvarlarını yükselttikçe güvenlik hissinden çok korkunun artması. Güvendiklerinin sayısı azaldıkça hainlerin sayısının arttığı hissi.

Dünyayı yorumlama biçimi tümüyle değişir. Çevredekilerin her an onu alaşağı edecek bir kumpas kurduklarını düşündükçe o da gizli tezgâhlar kurmaya başlar. Olup biten her şeyi aslında onu yıkma çabasının halkası olarak görmeye başlar. “Tekleştikçe” karşısındakilerin de aslında “tek” bir bütün olduğunu kurmaya başlar. Dünya karanlık ve korkutucu olmaya başladıkça işini karartmaya ve çevresine korku salmaya başlar. Zulmüyle korkusu birbirini besler.
Olayları, insanları değerlendirme biçimi değişir. En küçük bir işaretten en büyük sonuçları çıkarmaya başlar. Basit işaretlerden hemen sonuca zıplayıverir. Birbirleriyle tek ortak noktaları örneğin bir keresinde bir toplantıya gitmek olan iki kişi, aynı örgütün üyesi oluverirler. Bu güne kadar yapıp ettiği her şey diyelim A ile ilgili olsa da bir kere B olabilir gibi görünürse, o kişi artık sadece B’nin bir parçası olur.

Birey için işlediğinde en çok zararı yine aynı kişinin gördüğü hazin bir sondan öte gitmez. Aynı süreç bir yönetim için geçerli olduğunda trajedi bütün bir toplumu, örgütü parçalayacak bir gerileme koşar.

Stratejik yalanlar burada devreye girer. Yalan, hakikate her toslayışta ayakta kalabilmek için daha büyüğü söylenen bir zincire dönüşür. Gerçeği, ileri sürülen düşünceye uydurabilmek için boşlukları yalan doldurur. Yalan ve gerçek söylenen içinden çok söyleyen için de birbiri yerine geçmeye başlar. Öyle çok yalan söylenir ki, söyleyen de gerçeği kaybetmeye başlar. Diyelim düştükten sonra, yargılanıyor; ben bilmiyordum, kimse bana gerçeği böyle anlatmamıştı der ve güvendiği kişilerin ona yalan söylediklerinden yakınır.

Unutmayalım aslında böyle söylerken de yalan söylüyorlar.

Kıssadan hisse: Siz iyisi mi bu yazıdan hemen sonuca zıplayıp bir kişiyi düşünmeyin, bir bakın çevrenize. Aslında epey kişinin böyle olduğunu görebilirsiniz belki de.