Zihnimizi robotların esiri olmaktan kurtarabilecek miyiz?

İstanbul’dan, doğup büyüdüğüm Eskişehir’e karayolu üzerinden giderken navigasyon programları iki yol öneriyor. Birincisi Osmangazi Köprüsü üzerinden 3,5 saatte gitmek, ikincisi İzmit Körfezi’ni dolanarak 4 saatte gitmek. Biz yarım saat fazla da olsa alışık olduğumuz yoldan, Sapanca Gölü kenarında mola vererek gitmeyi tercih ediyoruz. Böylece hem 100 liraya yakın köprü ve yol ücretinden kurtuluyor hem de Sapanca’da kahvaltı rutinimizi bozmuyoruz. Şimdi gelin bunu, bir yapay zekâ modeli olan navigasyon uygulamasına anlatın.

Çünkü Osmangazi Köprüsü hem boş hem de yolculuk süresi kısa. Program, siz başlangıçta uzun yolu tercih etmiş olsanız hatta köprü sapağını geçmiş olsanız bile yolun geri dönülebilecek her noktasında öyle bir ısrarcı oluyor ki, köprü işletmecileriyle navigasyon şirketleri arasında iş ilişkisi olduğu kuşkusunu bile kuvvetlendiriyor. Bu kuşkuyu bir tarafa bırakırsak, yapay zekâya bir konuda hak vermek gerek. Çünkü biz İstanbul’da trafikten kaçmak için navigasyon programının soktuğu en ücra sokaklara bile girerken niye şimdi yarım saat gecikmeyi göze alıyoruz? Yapay zekâ haliyle bana böyle öğretmemiştin diyor ve isyan ediyor. Çünkü bizim hareketlerimizi öğrenerek gelişiyor. Eğer ona uyarsak, Sapanca Gölü kenarında kahvaltı diye bir seçenekten hiç haberdar olmadan yaşayacağız. O da kendini, seni sevdiklerine daha kısa sürede kavuşturdum diye başarılı sayacak.
Hepimizin benzerlerini yaşayabileceği bu örnek olay, aslında bizim internetteki okurluk deneyimimize çok benziyor. Bu haftaki Köşe Vuruşu’nun konusu, yapay zekânın haber akışımızı sınırlayan etkisi üzerine.

Algoritmaların yabancısı değiliz
Reklam modellemelerinden zaten biliyoruz. Eğer biz o gün içinde internetten ayakkabı baktıysak, sonraki saat ve günlerde girdiğimiz her sitedeki bannerların o ayakkabıyla ya da benzer seçeneklerle dolup taşmasına alışkınız. Hatta Facebook’un etkileşime geçtiğimiz arkadaşlarımızın iletilerini gösterirken, bazı arkadaşlarımızın iletilerini hiç göstermediğinin de farkındayız. Bazen öyle durumlar oluyor ki, aylarca hastalıkla mücadele ettiğini ancak insanlar öldüğü zaman haber alıyoruz. Çünkü Facebook, ölüm anında rekor sayıda etkileşim olduğu için “aaa burada bir şeyler oluyor” diye haber akışınıza taşıma zahmetine katlanıyor. Algoritma olmasa belki tesadüfen, arkadaşınızın hastalığını ima eden bir iletisine denk gelebilirdiniz ama yeterince etkileşim almadığı için sizin haber akışınızda çıkmadı. “O kadar süre normal yollardan aramadıysan arkadaşlık mı kalmış?” diye tartışmalara girip örneğe turp sıkmayalım lütfen, bir yere geleceğiz zira.

Haberi akışına bırakmamak
Dijital gazetecilik de hem daha fazla reklam hem de daha fazla tıklama almak için hızla buraya doğru ilerliyor. Yani ilgilendiğimiz konuları öğreniyor ve onları öncelikli çıkarmaya gayret ediyor. Daha uç örneklerde diğer haberleri hiç göstermiyor bile. Yakın gelecekte her gazetenin kişisel edisyonu olacağını öngörebiliriz. Örneğin; BirGün gazetesinin sayfasına girdiğinizde sadece kendi ilgilendiğiniz konuları görmek, size özel bir sayfa ile karşılaşmak gibi. İlk anda kulağa epey hoş geliyor aslında. 4 saatlik yolu 3,5 saatte gitmek gibi. Bunun da bedeli var elbette. Çünkü sosyal medyadaki takip tercihleriniz zaten bunu büyük ölçüde hallediyor ama yapay öğrenme bunun çok daha fazlasını yapabilir. Daha önceki yazılarda bahsettiğimiz yankı odaları (echo chambers) tartışmasından daha öte bir tehlike bu. Orada kendi takip listelerimiz veya arkadaş çevremiz yüzünden benzer görüşlere maruz kalıp, karşıt görüşten iyice habersiz kalma riskine dikkat çekmiştik. Yapay öğrenmenin kitle gazeteciliğini bu yönde değiştirmesi bambaşka bir tehlikeye işaret ediyor. Bu giderek kendi kendimize gönüllü sansür uygulamanın bir yolu olabilir. Çünkü bunun gazete tarafı için avantajı, sadece okurun ilgilendiği konuları göstererek daha fazla etkileşim almak, belki daha fazla reklam göstermek belki de abonelik modeline ikna etmek olacak. Okur için zaten avantaj belli. İlgilenmediği hiçbir şeyi görmeyecek. Ancak bunun uzun vadede çarpıcı sonuçları olabilir. Olaylar pekala “Kendin pişir, kendin ye sansür” modeline evrilebilir.

Zorunlu medya okuryazarlığı dersi
Peki teknoloji medya sektörünü ve okuru böyle bir yere sürüklüyorsa, bundan nasıl korunulabilir ki? İlgi alanlarını genişletip daha fazla kaynaktan tarama yapmak mümkün ama insan tembelliğe yatkın olduğu için çoğu kez işi akışına bırakabilir. Hani robotlar nasıl zihnimizi ele geçirecekmiş filan diye düşünüyoruz ya bu mikro düzeyde bir örnek olabilir. Teknolojinin bizi sürüklediği nokta, sürekli uyanık ve donanımlı olmayı gerektiriyor. Bu yüzden Üsküdar Üniversitesi iletişim Fakültesi’nden Prof. Dr. Süleyman İrvan’ın geçen hafta yeniden gündeme getirdiği ve Milli Eğitim Bakanlığı’ndan talep ettiği, “Medya Okuryazarlığı” dersinin zorunlu olması konusu önemli. Tabii dersin zorunlu olmasından öte içeriği de önemli. İletişim Fakültesi mezunları bir formasyonla bu eğitimi verebilir.

Yapay zekâ iki ucu keskin bıçak
Yapay zekâyı ve algoritmalarını bu yazıda olumsuz tarafıyla andık ama olumlu gelişmeler de yok değil. Facebook’un sahte haberleri akışta iyice geri plana atmak, hatta otomatikman göstermemek için çalışmalar yapması gibi. (Bu projenin Türkiye’deki partneri teyit.org) Yani yapay zeka meselesi, her açıdan iki ucu keskin bıçak. Bir yandan hayatımızı kolaylaştırıyorlar ama bir yandan da işimize göz dikiyorlar. Bir yandan sahte haberleri akışımızdan temizliyorlar ama bir yandan da aşırı kişiselleşmeyle bizi geçmiş tercihlerimizin esiri haline getiriyorlar. Bu konuları yıllarca tartışacak ve yaşayarak deneyimleyeceğiz. Yine de bireysel bir tedbir olarak haberi pek akışına bırakmamalı. Hayat internetteki akışımızdan (timeline) fazlası çünkü. Sapanca Gölü kıyısında kahvaltı molası gibi...