Karantina günlerinden dünyaya şöyle bir bakınca sınıfsal çarpışmaların, eşitsizliklerin derinliğini bu kez çok daha geniş bir kitle kavramaya başlayacakmış gibi geliyor. Bu çağı yorumlamak için nasıl bir ‘chaine operatiore’ kullanılacak kestiremiyorum. Umarım o güne kadar içimizde bir yerlerde hâlâ gizlenmiş olduğuna inandığım Prometheus’lar çıkıp zincirleri parçalar da bu yüzyılın kötü izleri sonraki kuşaklara aktarılmadan silinir gider.

Zincir

Semiha Durak

Bir distopya’dan bir ütopya yaratılabilir mi? Sahiden bunu başarabilir miyiz?

Kimse bu krizin bizi nereye götüreceğini, bu kaosun nasıl sonlanacağını bilmiyor.

Ne olduğunu anlamadan bir anda kendimizi tuhaf bir savaşın içinde bulduk. Daha birkaç hafta öncesine kadar savaştan kaçan Suriyeli göçmenleri istemeyen Avrupa’nın bu duyguların (hem savaş hem de hiçbir yerde istenmeme hali) ne demek olduğunu bu kadar çabuk tadacağını nasıl bilebilirdik?
Soğukkanlılıkla konuşan İrlanda başbakanını izliyordum dün. Şu anda yaşadığımızın “fırtına öncesi bir sessizlik” olduğunu söylüyor ve tüm dünyayı dayanışmaya çağırıyordu. Yaklaşmakta olan felaketi hele bir de Boris’in (Johnson) tokat gibi gelen, “Sevdiklerinizi beklenenden önce kaybedeceksiniz” sözleriyle kıyaslarsak daha “insani” biçimde haber verdiğini düşünüyorum.

Önceliklerimiz, korkularımız, kaygılarımız bir anda nasıl da değişti. Bu yüzyılın sakinleri olarak hayatın ne kadar da öngörülemez olduğunu galiba ilk kez bu kadar çarpıcı bir şekilde kavramaya başladık. Ve yaşamın birdenbire felç olan akışıyla beraber biz de durup varlığımızı yeniden sorgulamaya başladık. Bilimkurgu filmlerini andıran bu süreci tanımlamaya, anlamaya çalışırken bizi bekleyen geleceğin nasıl bir gerçekliğe doğru evirildiğini, çıkışın nerede olduğunu soruyoruz kendimize ya da mesafeler koyduğumuz birbirimize. Bu konuda kendimle bile bir uzlaşmaya vardığımı söyleyemeyeceğim. Mesafeliyiz kendisiyle de...

Bir yanım umutlu. Biraz erken umutlanmak için biliyorum. Daha savaş tam anlamıyla başlamamışken üstelik “bu neyin umudu?” diye sormadan edemiyorum ben de kendime. Yine de bu virüsün, adının Latinceden gelen anlamına yakışır bir şekilde, insanların dimağlarına bir ışık halesi getirmeye başlayacağını ve bir aydınlanmanın yaşanacağını falan hayal etmeye başladım bile. Karantina günlerinden dünyaya şöyle bir bakınca, sınıfsal çarpışmaların, eşitsizliklerin derinliğini çok daha geniş bir kitle kavramaya başlayacakmış gibi geliyor. İngiltere’de sağlık sektöründe özelleştirmelerin hızla hayata geçirilmesini beklerken hastanelerin herkese eşit hizmet vermesinin neden gerekli olduğunu bu felaketle birlikte herkes görüyor. Diğer Avrupa ülkelerinde de benzer bir durum var. İlk kamulaştırma haberi İspanya’dan geldi. Ken Loach’ın “45 Ruhu” filmini hatırlıyorum. 2. Dünya Savaşı’nın ardından İngiltere’de birbiriyle bir ‘zincir’ gibi kenetlenen insanların, kamu sağlığı sistemi başta olmak üzere ulaşımdan enerjiye kadar pek çok alanda kamusal yapıları dayanışma ruhuyla nasıl kurduklarını anlatıyor film. Böylesine katastrofik bir dönemde hâlâ bir parça korumayı başardığım iyimserliğimin nedeni belki de bu filmin ben de bıraktığı etkiden kaynaklanıyordur.

DAYANIŞMA ZİNCİRLERİ

Umutlanmamı desteklercesine Londra’da bazı mahallelerde salgına karşı hemen dayanışma zincirleri kuruldu. Zor durumda olanlara yardım etme misyonuyla Facebook ve WhatsApp grupları oluşturuldu, hatta fazla ilgiden kilitlenmeler bile yaşandı. Kriz anlarında değişik tepkiler veren insan davranışlarını yakından deneyimlemek ilginç oluyor. Bir yanda içinden sevgi ve dayanışma duyguları fışkıran, kendisinden daha zayıf ve savunmasız olanlara yardıma koşturanlar, bir yanda da anlamsızca tuvalet kâğıdı ve makarna stoklayan paniklemiş bir grup var. İtalya’dan gelen görüntülerde, “Her şey güzel olacak’ yazan balkonlardan birbirlerine serenat yapan insanları izliyoruz. Bu sosyal medyadan gördüğümüz umutlu yüzü İtalya’nın. Bir de İtalyan doktorların yazdığı mektup dolaşıyor her yerde. Durumun ne kadar ciddi olduğunu, insanların yakınlarıyla vedalaşamadan, acılar içinde, nefes bile alamadan öldüğünü anlatan mektup bu. Orası bizden “ilerideymiş” öyle diyor buradaki haberler. İngiltere’de salgının en kötü noktasına gelmesi, zirveye ulaşması nisan gibi bekleniyor. Hiç bilmediğimiz tecrit günleri yakında burada da başlayacak.

Umutsuz yanım tam da burada ortaya çıkıp iyimser yanımla kavgaya giriyor. “Hangi ütopyadan bahsediyorsun” diyor. “Distopyanın dibine vurmak üzereyiz.” Hak veriyorum düşününce. Sokaklardan hem de kendi isteğimizle çekilip ‘tecride’ giriyoruz. Bir araya gelmemiz yasaklanıyor. Zincirlere vuruluyoruz farkına varmadan. Polise, hükümetlere daha güçlü yetkiler veriliyor. Alt sınıfların hayatta kalmayı başarmaları kendi becerilerine bırakılırken krizden zarar gördüğünü beyan eden milyarder işadamlarına kurtarma kredileri hazırlanıyor. Buna da ses çıkarmıyoruz.

‘Şimdilik’ diyor iyimser yanım. Şu an elimizde hâlâ çok güçlü bir araç, insan icadı bir alet, yüzyılın en büyük teknolojik başarısı olan internet var neyse ki ve dışarısıyla bağ kurabildiğimiz tek yer, dijital platformlar. Buralardan görünen ve görünmeyen güçlere karşı öz savunmamız ve savaşımız ne kadar gerçekçi olabilir, bunu biraz da zaman gösterecek sanırım.

Herkes telaşlı bir hazırlık içinde okuyacağı kitaplardan, izleyeceği filmlerden bahsediyor. Müzeler, konser salonları dijital yayına geçti. Her şeye rağmen hâlâ konforumuz tam yani! Seyahatler, festivaller iptal oldu ama o kadar da umursamadık sanki. Hayata bakışımız bir anda değişiverdi. Vitrindeki o eflatun elbiseyi satın alma düşüncesi bile ne kadar saçma geliyor şu an öyle değil mi?

Birkaç yıl önce yazdığım bir yazıyı hatırlattı bana bu “durma” hali. “Her şeyi, bir süreliğine durdurmanın bir yolu olmalı” diyerek kendi kendime dertlendiğim bu yazı beni yine kendine çağırıyor ve şöyle devam ediyordu:

“Dünyayı bu sonsuz sandığımız evrenin içinde yaşayan bir insan bedeniymiş gibi düşünelim. İşte o bedenin içerisinde varlığını sürdürmeye çalışan mikroskobik bir varlıktan, bir virüsten öte bir şey değil aslında insan dediğimiz. En akıllı tür, çok önemli bir varlık olduğumuzu düşünsek de aslında küçücük bir detaydan ibaret olduğumuzu hiç beklemediğimiz bir anda hatırlatıyor hayat.

İnsanın doğadaki en akıllı tür olduğuna, yarattığı teknolojiye bakarak karar veriyoruz. Hammaddesi taş, tunç, demir olabilen ilk aletlerin evrim çizgisinde insana yepyeni bir yer açtığı doğru. Arkeoloji ve antropolojide çokça kullanılan ‘chaine operatoire’ yaklaşımı, objenin hayat hikâyesini inceleyerek hammadde üretiminden aletin kullanımı, çöpe atılması, sonra belki yeniden kullanılması gibi işlemler zinciri diyebileceğimiz tüm aşamaların daha iyi anlaşılması üzerine kurulmuştur. Bu yaklaşım işlem zinciri sırasında obje üzerinde iz bırakmış insanın kararlarını, bir sonraki kuşağa aktarılmış teknik geleneklerini araştırmaktadır. Zaten arkeolojinin de antropolojinin de merkezinde olan obje, alet ya da eser değil, onu üreten insandır. İnsanın ürettiği her şey beraberinde bir sorunu ama her sorun da bir çözümü, yeni bir buluşu getirmiştir.

Bu çağı yorumlamak için nasıl bir ‘chaine operatiore’ kullanılacak kestiremiyorum. Umarım o güne kadar içimizde bir yerlerde hâlâ gizlenmiş olduğuna inandığım Prometheus’lar çıkıp zincirleri parçalar da bu yüzyılın kötü izleri sonraki kuşaklara aktarılmadan silinir gider.

Varoluşçulukta bütün sorun varlığın ne olduğu sorunudur ama sorunun yanıtını ararken varlığa ne olacağı sorusu da ortaya çıkar. Sartre’a göre "Herkes kendi varoluşunu kendi var eder." Yani bize ne olacağı tümüyle bizim elimizde. Yaşadığımız dünyayı başka bir şekilde yaşamanın mümkün olduğunu anlamanın zamanı artık bu kez gerçekten gelmiştir belki de.