Rahibe Teresa dinsel kimliğini hiç kimsenin umursamadığı, çünkü yardım etmek için yola çıktığı hasta ve yoksulların dinsel ya da ulusal kimliğini önemsemeyen yüce gönüllü bir insandı.

Rahibe Teresa dinsel kimliğini hiç kimsenin umursamadığı, çünkü yardım etmek için yola çıktığı hasta ve yoksulların dinsel ya da ulusal kimliğini önemsemeyen yüce gönüllü bir insandı. Ölümünden sonra hemşehrileri bu Makedon kızına tüm dünyanın vefa borcunu ödemek için Üsküp’te inanılmaz derecede zarif ve güzel bir müze yaptılar.

Bu yılın Şubat ayında Üsküp sokaklarında dolaşırken Rahibe Teresa Müzesi’ni görünce büyük bir heyecanla içeriye girdik. Bir ara Rahibe Teresa’nın notlarının bulunduğu bir deftere dalmışım, tuhaf bir ses duyup başımı kaldırdığımda, ne zaman üzerinde zıplayabileceği bir şey görse fırlayan oğlumun bu sefer Rahibe Teresa’nın yatağında zıpladığını gördüm.

Müze yetkililerinin ayıplayan bakışları altında utanarak oradan uzaklaştık. Bir yandan Cankat’a bir müzede nasıl davranılması gerektiğine dair nutuk çekerken bir yandan da şunu düşünüyordum: Rahibe Teresa 9 yaşında bir çocuğun yatağında keyifle zıpladığını görseydi çok sevinirdi. Ama artık Rahibe yok ve yatağı çocuk ya da büyük tüm insanlardan soyutlanıp bir kutsallık halesiyle çevrelenmiş durumda...

Tarihsel obje/mekânlarla kurulmuş bu fetiş karakterli etkileşim biçimi başlangıçta güzel ve doğru gelebilir: Bu obje/mekânlar sayesinde tarihin gerçekliğine tanık ediyor, bir boyutuyla onu somutlaştırıyor, ‘daha gerçek’ kılıyoruz. Böylece, örneğin Rahibe Teresa, sadece ‘hakkında bir şeyler okuduğumuz iyiliksever yaşlı kadın’ olmaktan çıkıp daha gerçek bir şeye dönüşüyor. Tıpkı birçok büyük Avrupa kentinde 20. yüzyıl savaşlarının bıraktığı yıkım izlerinin özenle korunmasında olduğu gibi: “Evet, o savaş gerçekten oldu. Şu duvardaki delikleri Nazi kurşunları açtı. Şu yıkık binaları NATO jetleri yarattı. Bir daha bakın, o savaş gerçekten oldu...” Ama bu durumun çok rahatsız edici bir boyutu daha var: Objelere bu kadar yoğun anlamlar yüklemek -sembole dönüştürmek- o objeleri önemli kılan olgunun taşıdığı anlamların hafiflemesine yol açabiliyor. Çünkü o somut obje eskidiğinde, yıprandığında ya da yok olduğunda, simülatif düzeyde yüklendiği anlam da zarar görebiliyor: Şu kurşun delikleriyle dolu çirkin yapıyı yıkıp yerine kentin bugünkü dokusuna daha uygun bir bina yaptığınızda ortaya çıkacak etkiyi düşünün.

Bugünlerde benzer bir sorun Almanya-Avusturya sınırındaki küçük bir kasabada, önündeki taşta “Bir daha faşizm olmasın” yazmasa 2. Savaş’la ilişkisi bilinmeyecek bir ev hakkında yaşanıyor; Hitler’in doğduğu ev hakkında...

NeoNazilerin türbe muamelesi yaparak her yıl 20 Nisan’da önünde çirkin toplantılar düzenlediği, bazen duvarından parçalar koparıp götürdüğü ev konusunda ne yapılması gerektiğini kimse bilmiyor. E madem öyle, yıkın gitsin o zaman! Öyle de olmuyor, çünkü hem özel mülk -yaşlı bir kadına ait- hem de okuduğum haberdeki tarihçinin tutumundan anladığım kadarıyla evin yıkılması sanki Nazi zulmünün tarihsel somutluğunu azaltacakmış gibi bir endişe var ortada. Evin yıkılmasına olduğu kadar konut olarak kullanılmasına da karşı çıkan tarihçi Andreas Maislinger şöyle diyor: “Eğer bu kiralık Hitler evinde bir çocuk dünyaya gelir ve ailesi ona Adolf ismini verirse ne olur?” Ne olacağı belli: Türbe canlanır...
Kendi oğlum yaylı bir anlamın üzerinde zıpladı diye söylemiyorum, bu anlam simülasyonlarını kırmanın yollarını aramamız lazım. Anlam yüklediğimiz obje/mekânların tarih bilinci oluşturmakta sağlayacakları fayda ile anlamı dönüştürme güçlerini karşılaştırıp öyle karar vermek lazım. Çünkü biz tarihi yazarken tarih de bizi oluşturuyor, dönüştürüyor.

Şimdi bu fetiş karakterli anlam meselesini Ankara’daki 864 rakımlı tepeye uygulamanın zamanıdır. Çünkü eğer orada insanların afedersiniz dinsel ya da ulusal kimliklerini önemli bir kriter olarak gören birisi oturuyorsa, bu bizim için sadece bir 23 Nisan günü bir çocuğun oradaki makam koltuğuna oturup oturmayacağı, nasıl oturacağı -zıplayıp zıplamayacağı!- ile ilgili bir mesele olmaktan çıkmış demektir.