İnsanlar, doğal bir varlık olmaları bakımından, hayvanların da sahip olduğu -doğal- saldırganlık özelliklerini taşısalar da insanlar arası saldırganlık (ve şiddet) ile doğanın diğer canlıları arasında bulunan saldırganlık ve şiddet arasında bir nitelik farkı bulunuyor.

Zıtlıktan Diyalektik İlişkiye: Şiddet ve Politika

Ateş USLU

Şiddetin başladığı yerde sözün veya siyasetin bittiği sıkça söylenir. Olması gereken ya da ulaşılması gereken bir şiddetsizlik hali varsayımından yola çıkanlar bu hal ve şiddet arasına aşılmaz bir sınır çekerler. Bir de bunun tam aksinde yer alan bir yaklaşım vardır; Şiddet her yerde, her zamandadır; iliğimize-kemiğimize, genlerimize işlemiştir, hayvanlar aleminde, hatta varoluşun her alanındaki şiddetten payımızı almaktan başka çaremiz yoktur.


Peki, şiddeti olağanüstüleştirmek ve olağanlaştırmak gibi iki seçeneğe mahkûm muyuz? M. Ertan Kardeş, 2022’nin son günlerinde yayımlanan Şiddet ve Politika: Felsefede Temel Tartışmalar ve Konumlar kitabında bu meseleyi çeşitli boyutlarıyla ve Platon, Hobbes, Engels, Sorel, Schmitt, Sartre ve Fanon gibi pek çok düşünürün eserlerinden örneklerle tartışıyor. Kitabın ilk sayfalarında okurlar akıl-şiddet ve siyaset-şiddet karşıtlıklarına dair bir sorgulamayla karşılaşıyorlar.

Kesin bir ayrıştırma yapmak mümkün değilse, şiddeti şiddet olmayanla nasıl ilişkilendirebiliriz? Şiddetle ilişkili bir kavram olan saldırganlığa dair sayfalarda Kardeş, antropoloji literatüründen örnekler üzerinden, hayvanlar arasındaki şiddetin insanlar arasındaki şiddetle karşılaştırılabileceği, ancak bunlar arasında doğrudan bir tekabüliyet bulunmadığını savunuyor. Bu açıklamalarından hareketle, doğal ve toplumsal varlık alanları arasında keskin bir ayrımdan ziyade Hegelci anlamda bir aşma, içererek aşma ilişkisinin olduğunu düşünebiliriz: İnsanlar, doğal bir varlık olmaları bakımından, hayvanların da sahip olduğu -doğal- saldırganlık özelliklerini taşısalar da insanlar arası saldırganlık (ve şiddet) ile doğanın diğer canlıları arasında bulunan saldırganlık ve şiddet arasında bir nitelik farkı bulunuyor.

Ertan Kardeş, insanlara özgü şiddeti politika üzerinden işliyor ve önceki çalışmalarında da merkezi bir yer tutan Benjamin ve Schmitt’in yaklaşımlarına (ve bunlarla belirli bir ölçüde süreklilik içeren Weber düşüncesine) atıfla politika ve şiddet arasında; daha da spesifik olarak, devlet, hukuk ve şiddet arasında ayrılmaz bir bağ olduğunu vurguluyor: Modern devlet, bu düşünürlere göre, “tekinsizlik karşısındaki güvenliği rasyonel bir hukuk ve kurumlarıyla tesis eden aygıttır” (s. 53) ancak tekinsizliğin bütünüyle ortadan kalkması mümkün olmadığından devlet eliyle şiddet kullanımı her zaman gündemdedir. Dolayısıyla politik ve hukuki alanlarda şiddeti şiddet olmayandan bütünüyle ayırmanın imkânı olmadığını bize hatırlatır bu düşünürler. Diğer taraftaysa, Bertrand Russell gibi, evrensel politik barışın kurulabileceğine inanan liberal yazarlar yer alır (s. 25).

Şiddet-politika ilişkisi konusunda 20'nci yüzyıl boyunca ve günümüzde yapılan bu canlı tartışmalar, Engels’in ve genel olarak Marksizm’in şiddet teorisini yeniden düşünmek gerektiği konusunda ipuçları veriyor. Her şeyden önce, Kardeş’in kitabı Marksist literatürün Türkçe çevirilerinde yer alan gelenekselleşmiş sözcük seçimlerini gözden geçirmemiz için kimi unsurlar içeriyor: Engels’in Die Rolle der Gewalt in der Geschichte metni Türkçeye “Tarihte Zorun Rolü” olarak çevrilse de Gewalt aslında “şiddet”in tam karşılığı; İngilizce ve Fransızcada da yine “şiddet”in eşlenikleri kullanılırken Türkçede “zor” gibi aslında gündelik ya da akademik dilde pek karşılığı olmayan bir terimin kullanılması pek yerinde değil. Bu nedenle belki de artık bu metnin başlığını Tarihte Şiddetin Rolü şeklinde çevirmeyi deneyebiliriz.

Bu terminolojik meselenin yanında, Kardeş’in de belirttiği gibi, Engels’in şiddet teorisi şiddeti politikadan ayırmamak konusunda önemli bir hamle teşkil etse de temelde araçsalcı bir teori olmanın kimi kısıtlarına sahip. Engels şiddeti üretim ilişkileri üzerinden okurken onu iktisadi alandaki tahakkümün bir uzantısı olarak görüyor. Bu konuyu “Otorite Üzerine” ve Anti-Dühring gibi polemik eserlerinde özellikle vurgulaması, sırasıyla anarşistlerin ve Dühring’in şiddeti ve siyasal kurumları tarihin temel konusu olarak görmelerinin bir sonucu. Marksist literatürde temeli üstyapıdan, iktisadi olanı iktisadi olmayandan keskin bir şekilde ayıran pek çok tespitin polemik niteliği taşıyan çalışmalarda yer aldığını biliyoruz. Polemik dozu daha düşük olan metinlerdeyse zıtlıklar yerini çelişkilere, dışsal belirlenimler yerini içsel ilişkilere bırakıyor. Örneğin Engels, var olan iktisadi durumun “sınıf karşıtlıkları içinde, egemenlik ve boyun eğme ilişkileri içinde ilerleyen”, dolayısıyla şiddet unsurunu da içeren bir toplumun tarihsel gelişiminin sonucu olduğunu belirtmiş, dolayısıyla toplum, ona içkin olan şiddet (ve genel olarak çatışma) ve iktisadi durum arasında diyalektik bir ilişki kurmuştu. Benzer bir şekilde Marx, Kapital’in ilk cildinde şiddetin (yaygın Türkçe çevirilere göre, “zorun”) “başlı başına bir iktisadi güç” olduğunu yazmıştı. Engels’in Tarihte Şiddetin Rolü cildi içinde yer alan, Almanya’nın ve genel olarak Avrupa’nın 19. yüzyıl tarihini özetlediği kısımda da Engels siyasal-askeri gelişmeleri ve onlara içkin olan şiddet unsurunu maddi yaşamın üretimiyle, sınıf mücadeleleriyle, sınıf içi çatışmalarla ilişkilerini dikkate alarak okumuştu.

Marx-Engels sonrasında Marksist gelenekte benzer bir yönelim sürdürülecekti: Çatışmalarla, mücadelelerle örülü bir toplumun içinde ortaya çıkan politika ve hukuk Marksistlere göre elbette şiddetten soyutlanmış bir şekilde düşünülemezdi. Gramsci’nin rıza ve güç (forza) ya da zorlama (coercizione) arasındaki dengeyi ve diyalektik tamamlayıcılığı vurgulayan satırlarını da burada hatırlayabiliriz: Ne de olsa güç ve zorlama, Kardeş’in de kitabı boyunca hatırlattığı gibi, şiddetin semantik alanı içinde yer alan terimlerdir.

Son olarak, M. Ertan Kardeş’le birlikte, şiddetin politik düzenin kendinde amacına dönüşüp dönüşemeyeceği sorusunu sorabiliriz. Marksist bir yaklaşımda devletin, siyasetin ya da siyasal olanın toplum içindeki özerkliği en fazla göreli bir özerklik olacağından şiddetin kendi başına bir amaç haline gelmesi de mümkün görülmeyecek, siyasal şiddetin kendi başına bir amaç gibi göründüğü durumlarda bile topluma içkin tahakküm ve sömürü ilişkileriyle bağlantılı olduğu vurgulanacaktır. Kardeş ise, diğer eserlerinde olduğu gibi burada da Schmitt geleneğini takip ederek özerk bir politik alan tasavvur edebilmesinin de etkisiyle, şiddetin kendi başına bir amaç haline gelebileceğini belirtiyor “20'nci yüzyıl yapılarını” örnek göstererek, bunun mümkün olduğunu belirtiyor. Dolayısıyla eser yalnızca siyaset-şiddet ilişkisini yeniden kurma çağrısı yaptığı için değil, siyasetin ve şiddetin toplum içindeki özerklik derecesini gündeme getirdiği için de önem taşıyor, bu ve benzeri konularda yeni tartışmalara zemin hazırlıyor.