Mavi Bahçe’ye vardım. Köyden küçük, kasabadan büyük, şirin mi şirin. Böyle yani nasıl diyeyim iki avuç fesleğen gibi yer

Ziyan Meyhanesi

CAN BİNALİ AYDIN
canbinaliay@gmail.com

"Devren satılık tekel bayii’’ ilanı gören konu komşu çok üzülmüştü fakat benim için babamdan sonra çok da anlamı kalmamıştı dükkânın. Tekel – ki tekel dediğime de bakmayın eskiden süt ve arpa yanyana bulunurdu- otuz yedi yıldır yerindeydi ama son dört yılında babam yoktu. Üç beş kuruş ne ederse satacak, yerine -yıllardır hayalimdi- bir meyhane açaçaktım. Nerede olacaktı, nasıl yapacaktım bilmiyordum. En azından bir denize kıyı olsundu, adını da mıh gibi kazımıştım aklıma: ‘’Ziyan Meyhanesi.’’

On sekiz metrekare dükkân içinde bir kola, bir şarküteri teşhir dolabı, çift kapalı bir ekmek sandığı, kenarları pirinç oymalı bir masa, benden on yaş büyük bir döner koltuk, bir de onunla yaşıt kilim motifli koltuk yastığı. Dükkânın tastamam demirbaşları bunlardı. Bir de mahalle esnafından Akif abiler. Her akşam saat altı gibi gelir kurulurlar dükkâna. İlk gelen taburede oturur. Kalan ahaliden kimi bi’ kola kasasını ters çevirir, kimi ayakta dikilir, kimi yaslanır kolana. Yüz gram eski kaşar, yüz gram kavurma, az da karışık turşu. Açık verme Celal abi, şu naylonlardan patlat! Şişeyi bitiremedin mi tasalanma, ‘’Nerede tak, orada bırak!’’ rakın şişesinde dolapta bekler, ertesi gün gelir kaldığın yerden devam edersin.

Devir yazısını görünce esnaf üç beş kuruş ne varsa toplamışlar kendi aralarında, belki işlerim kötüdür de ondan gidiyorumdur diye. Akif abi zarfı uzattı: ‘’Al oğlum çekinme, biz babanla yokuş arkadaşıyız, bir duvar dibinde kırk yıl devirdik. Sen bizim de oğlumuzsun.’’ Daha konuşmanın yarısında boğazı düğümlendi, sesi titredi. Bu gırtağın düğümlenmesi de bir acayip salgın hastalıktır, görene, duyana da bulaşan. Geldi benim de genzime oturdu. Yutkundum, sesim çıkmıyor. ‘’Sağ olasınız Akif abi,’’ dedim yutkunarak, ‘’varlığınız en büyük nimet. İşlerim iyi fakat, ben kötüyüm.’’ Daha ilanı astığım hafta dükkanı toptancıya devrettim. Pusuda bekliyormuş namussuz! İçerideki eşyadan çok içki, sigara para etti. Adam hemen yandaki tuhafiyeyi de almış birleştirip mini market yapacakmış. Ulan bari kırkımız çıksaydı be.

Ertesi gün gece on ikiye İzmir’e bileti aldım. Pek gitmişliğim de yoktur ama, şu içimdeki ‘’gitmek’’ isteğini -nedendir bilmiyorum- yalnız İzmir yatıştırabiliyordu. Fırtınada alabora olmuş tekne gibi rasgele gidecek, içime sinen ilk dükkanı tutacaktım. Buraya kadar her şey tamamdı, sonrasını yaşayarak anlayacaktım. Otogarda indikten sonra sahil boyu giden minübüslere bakınırken içlerinden birinin ismi gözüme ilişti: ‘’Mavi Bahçe’’ Tamam oğlum dedim burası. Kırk dakikalık yolculuk sonunda bir yol ayrımında indirdiler, on dakika denize doğru inecekmişim. Yol üzerinde terlik, şort falan satan bir dükkana, doğru yöne gidiyor muyum diye sordum. Adam kasadan kalktı kapıya çıktı ‘’Bak oğlum’’ dedi, ‘’şuradan aşağı doğru yola devam et, ayrıma gelince asfalttan gideceksin, patikadan değil.’’ Adam neredeyse arabasına bindirip götürecek. Lan oğlum dedim kendime, yabancı ama, doğru yerdesin. Kendi doğruna yabancıymışsın be oğlum.

Mavi Bahçe’ye vardım. Köyden küçük, kasabadan büyük, şirin mi şirin. Böyle yani nasıl diyeyim iki avuç fesleğen gibi yer. Küçük bir pansiyonda oda tuttum, karış karış gezdim sahili. Güneş henüz kızıllaşıyor, gün vardiyayı geceye devrediyordu. Büyükçe sayılabilecek iki balık restaurantının ortasında aradığımı buldum: ‘’Sahibinden Kiralık Dükkan’’ Yorgun alüminyum doğramaların arkasında bana bakıyordu meyhanem. Hemen şöyle uzaktan gözümde canlandırdım, servise bile başladım, elimde meze tabakları sağa sola koşuşturuyorum...

İlandaki numarayı aradım tok sesli, yaşlıca bir amca açtı. Hemen dükkanın üzerinde oturuyormuş. Önce temkinli yaklaştı, şöyle bir sordu soruşturdu; sonra içi ısındı, güvendi bana. Emekli tarih öğretmeniymiş. Sağ olsun, bey adam. Hemen oracıkta ‘’tamam’’ dedim, tuttum. El sıkışıp anlaştık. Ben biraz kapora verdim, amca da anahtarı. Ertesi gün sabahtan aldım elime kovayı, bezi, dip köşe temizliğe başladım. Bu klorak kokusu da insanı öldürürmüş yahu! Ciğer bıraktım fayansta!

Saat öğleden biraz sonrasını gösterirken ellerinde yemek tabakları, bir kadınla bir adam girdi içeri. Merhaba deyip kendilerini tanıttılar: İkbal ile Fevzi. Meğer komşu balıkçıların sahipleriymiş, ikrama gelmişler. ‘’Tecrüben var mı? Malzemen var mı? Burada kimsen var mı?’’ gibi soruların tümüne haliyle hayır cevabını verdim. Sorulara verilecek cevaplarım yoktu ama bir hikâyem vardı, anlattım. Şöyle bir aralarında bakışıp gittiler. Bir saat sonra dört, beş adamla döndüler. Elektrik ustası, boyacı, bana omuz versinler diye kendi dükkanlarından üç garson arkadaş. İkbal Hanım tadilattan sonra atmayıp, depoya kaldırdığı masa sandalyesindenden sekiz takım verdi yok pahasına. Dördü dört, dördü iki kişilik sekiz masam oldu. Temizlikti, boyaydı, masa sandalyeydi derken yavaş yavaş ortaya çıkıyordu dükkan.

Dükkanı tutalı hemen hemen bir haftayı geçmişti ve artık geriye sadece ince işler kalmıştı. Akşam üzeri cümbür cemaat bir kalabalık girdi içeri, en önlerinde İkbal Hanım, elinde de kara tahtadan bir ayaklı tabela. Meğer adetiymiş yörenin, yeni açılan müessesenin ilk müşterisi esnaf olurmuş, uğur getirsin diye. Yalnız daha dükkan açılmadığından rakılarını, mezelerini de kendileri getirmişler. O tabloyu görünce kendi kendime dedim:

‘’Azız ama yok değiliz,’’ İçeride mezeler dağılıp, rakılar doldurulmaya başlarken İkbal Hanım tabelayı aldı bir şeyler karalıyor. Özenle yazıp bitirdi, yoldan görünecek şekilde dükkanın önüne çapraz kurdu:

‘’Bu gece Ziyan’dayız...’’