Korku fanları, gerçek hayattaki pandemi türü felaketler karşısında daha dayanaklı ve çözüm stratejileri oluşturmakta daha başarılı. Diğer bir ifadeyle, seyrettiğiniz felaket filmleri sizi gerçek hayattaki felaketlere hazırlıyor gibi.

Zombi filmleri ve dünyanın sonu

Doğan Kökdemir

1968 yılında, yönetmenliğini George A. Romero’nun yaptığı “The Night of the Living Dead / Yaşayan Ölülerin Gecesi” korku filmi, kendisinden sonra gelecek filmlere de esin kaynağı olacak ilk büyük zombi filmiydi. İnsanlarla, özellikle onların beyinleriyle beslenen bu korkunç yaratıklardan nasıl kurtulabileceğini bulmak ve onları sonsuza kadar, bir daha geri dönmemek üzere öbür dünyaya göndermek filmin kahramanların temel göreviydi. Aslında kasabanın şerifi ne yapmamız gerektiğini filmin sloganı olarak bize çoktan söylemişti: “... (onları) kafasından, tam iki gözünün arasından vurmalısın.” Tabii ki bu, söylenildiği kadar kolay gerçekleştirilebilecek bir eylem olmadığı için film boyunca zombilerle insanlar arasındaki kovalamacayı distopik bir dünya üzerinde seyrettik. 1968 yılındaki seyirciler, gerçek hayatta –doğal olarak– karşılaşmadıkları bu korkunç yaratıklarla nasıl mücadele edebileceğiyle ilgili ilk yöntemleri öğrenmiş oldu.


***

1968–2022 arasında yüzlerce zombi filmi yapıldı; genel olarak benzer kurallara uysalar da (yavaş hareket etmeleri, bilinçli olmamaları, iletişim kuramamaları, sürekli aç olmaları, vb.) ara sıra da olsa kuralların dışına çıkan filmler de oldu. Örneğin, zombi filmlerinin (bence) kötü örneklerinden birisi olan, Marc Foster’ın yönettiği 2013 yapımı “World War Z / Dünya Savaşı Z” filminde zombileri hiç alışık olmadığımız kadar hızlı ve çevik gördük. Sadece koşmakla kalmıyor, saldırı sırasında stratejik planlar da yapıyorlardı. Düşman, bu sefer biraz daha güçlenmişti. Filmin temel amacını, kahramanlardan Warmbrunn’un ağzından duyarız: “Kurtardığımız her insan, savaşacak bir eksik zombi anlamına gelir.” Dolayısıyla, World War Z’nin, zombi öldürmekten ziyade kalan insanları kurtarmak üzerine bir misyona sahip olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

***

Farklı yönetmenlerin elinden çıkan ve 2010 yılında başlayan “The Walkin Dead/ Yaşayan Ölüler” serisi ise tüm zombi filmlerinin özetini çıkaran bir başyapıt olmak özelliğine sahip. Kelimenin tam anlamıyla distopik ve kıyamet senaryosu eşliğinde anlatılan hikâyenin üst başlığı yeterinde anlamlı: “Ölülerle savaşın, yaşayanlardan korkun.” Dizinin yapımcıları, sadece insan–zombi savaşı anlatmak istemediler; olası bir kıyamet senaryosunda, diğer insanların da en az zombiler kadar (hatta bazen daha çok) tehlikeli olabileceğini vurgulamaya çalıştılar. Dizideki kahramanlarımız, bu nedenle, zaman zaman garip çetelerle, kendi klanı kurmak isteyen karizmatik ama tehlikeli liderlerle, tüm bunların yanında açıkla, susuzlukla, sıcak ve soğuk havayla da mücadele etmek zorundaydılar. Tüm bunları yaparken, insanların neden zombi haline dönüşmüş olabilecekleri ile ilgili argümanları da kendi aralarında tartışmaktan geri durmadılar. Dizi, özellikle ilk 3 sezonunda, bu bilimsel tartışmaları da gündeminde tutmayı tercih etti. Ancak daha sonraki sezonlarda hayatta kalma, özellikle diğer “kötü insanlar” arasında var olma mücadelesi ön plana çıktı. Şunu da eklememiz da fayda var; kimin “iyi” ya da “kötü” olduğunun ne kadar göreceli olabileceğini de yansıtan bir senaryoya sahip olan dizi, belki bu yüzden kendisinden önce gelen zombi hikâyelerine nazaran daha gerçekçi bir yapıya sahip.

***

The Walking Dead serisinde, zombi olmanın semptomları da bize veriliyor: Eğer bir zombi tarafından ısırıldıysanız ve artık sizin için çok geçse; yüksek ateş, kuru öksürük ve kemik ağrıları ilk semptomlar olarak ortaya çıkıyor (evet oldukça tanıdık semptomlar). Isırılma ile zombi olma arasında geçen süre yaklaşık 24 saat. Bu süre içerisinde, belki bir şeyler yapılabilir. Isırılan bölgenin temizlenmesi ya da kesilerek “virüsün” beyne ulaşmasının engellenmesi en çok başvurulan çareler. Tahmin edeceğiniz gibi bu ve benzeri yöntemlerin işe yarama olasılıkları oldukça düşük. Zombi saldırısı şiddet içeren bir pandemi gibi insanları tehdit edebiliyor.

Covid-19 pandemisi ile ilgili olarak, 2021 yılında, Scrivner ve arkadaşları tarafından yapılan bir çalışma korku ve/veya distopya filmlerine aşina olanları pek şaşırtmayacak ama önemli bir sonuca ulaştı. Genel olarak, korku filmlerine, farklı kıyamet senaryolarını anlatan filmlere meraklı olan seyircilerin pandemiden psikolojik olarak olumsuz etkilenme olasılıkları bu filmleri seyretmeyenlere kıyasla daha düşük. Korku fanları, gerçek hayattaki pandemi türü felaketler karşısında daha dayanaklı ve çözüm stratejileri oluşturmakta daha başarılı. Diğer bir ifadeyle, seyrettiğiniz felaket filmleri sizi gerçek hayattaki felaketlere hazırlıyor gibi. Bu felaketinin mutlaka zombilerle ilgili olması gerekmiyor. Herhangi bir felakette, baş edilmesi gereken asıl sorunların belirsizlik, kendini koruma, risk ve kriz yönetimi olduğunu düşünecek olursak, filmlerin yol açtığı zihinsel hazırlık neredeyse psikolojik bir aşı gibi çalışıyor.

Zombilerle başladık; zombilerle bitirelim: Herhangi bir zombi istilasında gitmemeniz gereken, en tehlikeli yerler, diğer insanlar (ve potansiyel zombiler) orada olduğu için AVM’lerdir. En iyisi ise eğer mümkünse, denizin üzerinde bir insan boyundan yüksek olan teknede kendimizi korumaya almaktır. Umarım bu bilgiyi günün birinde kullanmak zorunda kalmazsınız.

Kaynak:
Scrivner, C., Johnson, J. A., Kjeldgaard-Christiansen, J. ve Clasen, M. (2021). Pandemic practice: Horror fans and morbidly curious individuals are more psychologically resilient during the COVID-19 pandemic. Personality and Individual Differences, 168, 110397. https://doi.org/10.1016/j.paid.2020.110397