Sendika, işçi sınıfının evrenselleşebilmiş örgüt biçimidir; tarihin farklı aşamalarında farklı örgütlenmelere rastlansa da, sendika biçimi gibi kalıcılaşarak yaygınlaşanı olmamıştır. İki asra yaklaşan uzun tarih boyunca sendikacılık olgusu kendi içinde farklılaşan tipolojiler geliştirmiştir. Bu süreci nitelemek maksadıyla; meslek, işyeri, kızıl, ücret, sarı, sınıf ve toplumsal hareket gibi yaygın bilinen sıfatlar kullanılır. Bunun istisnası bu yazının başlığındaki sendikacılık sıfatıdır.

Bu yazıda birçoğumuzun “sarı sendika” diye andığı sendika tipinin, günümüzde sarı gibi bir renge dahi sahip olmadığı, zombi sendikacılık şeklinde adlandırılmaya uygun bir varoluşa sahip olduğu iddia edilecektir.

Sendikacılık hareketindeki iç farklılaşmayı belirleyen iki temel ölçüt söz konusudur. İlki işçi sınıfı içi farklılıkların nasıl ele alındığı ile ilgilidir. Sınıf içi farklılaşma; vasıf, istihdam biçimi ya da kültürel kimlik referanslarına sahip olabilir. İşçi sınıfı, tarihin hiçbir döneminde türdeş bir sınıf olmamıştır, iç farklılıkların olması, olağandır. Ayrım şu soru ile ilgilidir: Sendika bu farklılıklara yaslanmakta, derinleştirilerek yeniden üretmekte midir, yoksa işçi sınıfının birleşik hareketini mi savunmaktadır? İkinci ölçüt sendika içi demokrasi ile ilgilidir. Sendikanın örgütsel işleyişi, sevk ve idaresi, üretim noktasının kolektif iradesine hangi ölçüde açıktır? Üretim mekanları kongre dönemlerinin seçmen ziyaret meydanından mı ibarettir?

***

Türkiye sendikacılık hareketinin ana akımı, işçi sınıfı içi farklılıklara yaslanan, kimi zamanlarda bunu derinleştirmekten de çekinmeyen bir yönelime sahiptir. 1946’dan bu yana çıkan yasal düzenlemelerin ana doğrultusu, sendika örgütünü, taban iradesinden kopuk, aşırı merkezi, hantal ve bürokratik bir yapıya evirtme yönünde olmuştur.

Ana akımın -ki o genellikle kamu işletmelerinde örgütlü olup Türk-İş çatısı altında yer alan sendikacılık geleneğidir- klasik zamanlarının önemli isimlerinden Mustafa Başoğlu’nun vakti zamanında bizzat bana söylediği şu sözler çok öğreticidir: “Biz kendimizi, işçileri devlet katında temsil eden kişiler olarak değil, işçilerle ilgilenen devlet görevlisi gibi görüyorduk”. Başoğlu’nun sözünü ettiği bu sendikacılık anlayışı Türkiye’de genellikle “sarı sendika” etiketi ile anıldı. Literatürde “ücret sendikacılığı” diye de adlandırılan bu sendika modeli, üyelerinin -ama asla işçilerin tamamının değil- çıkarlarını, işverenin çıkarları ile uyumlaştıran bir anlayışa ve işleyişe sahipti.

***

Amasra’da henüz 20’li yaşlarında iş cinayetine kurban giden 41 madencinin örgütlü olduğu sendika için de “sarı sendika” sıfatı sıkça kullanıldı. İki hafta önceki Kongre zaferini, genel merkez binasında köçek oynatarak kutlayan Genel Maden-İş yöneticileri, kendilerine yönelen ahlaki öfkeyi idrak edebilirler mi, emin değilim. Ama temsil ettikleri sendika tipinin “sarı” sıfatına bile layık olmadığını belirtmeliyim.

Sarı ya da ücret sendikacılığının maddi koşulları uzun zamandır bulunmuyor. Korunaklı iç Pazar ve dünya ekonomisi ile dikey entegrasyon koşullarında işlevsel olan bir sendikacılık tipinden söz ediyoruz. İç/ulusal pazarın kalmadığı, dünya ekonomisine yatay ve derin entegrasyonun söz konusu olduğu neoliberal zamanlarda, fiyatlar –ki buna emek gücünün fiyatı yani ücreti de dahil- uluslararası ölçekte belirlenir oldu. Varlığını ulusal ölçekte sürdüren toplu pazarlık masası, uluslararası belirlenime tabi fiyatlara uyum masasından öteye gidemedi, gidemez de. Ücret/sarı sendikacılığın boşa düşmesi, 1990’lı yıllarda “sendikacılık hareketinin krizi” başlığı ile uzun uzun tartışıldı. Türkiye’deki asıl tartışılması gereken soru, işlevini yitirmiş bir sendika modelinin nasıl olup da hala varlığını sürdürüyor olduğudur. Üstelik kimi köçek oynatır, kimi sendika tesisine meşale koridorları arasından süzülerek ilerler (Harb-İş’in mevcut yöneticileri).

Karşımızda üyesi ile işveren çıkarını uyumlaştırma gayreti içindeki sarı sendikacılar yok; karşımızda temsil işlevini tümüyle yitirmiş, sendikacılığın şekli gereklerini sürdürmeyi iş bilen, geçmişin maddi-manevi mirasını kapasite fazlası olarak kullanan bir yapı var. Temasa geçtiği her şeyi kendi işlevsizlik çukuruna çeken, varoluşunu hiçlik mertebesinde sürdüren bir yapıya zombiden başka ne denir?