Bir süre ara verdikten sonra insan sözcükleri birleştirmekte zorlanıyor. Hele Erbil (Tuşalp) Abi’nin arkasından yazıyorsanız iş çok daha zor. Zor, ama zorunlu. Çünkü borçluyuz ona!

BirGün’de yazması için konuşurken; “Abi, sen bana borçlusun” diye girmiştim söze. “Gel kütüphaneme bak, Bin Tanık’ı iki kere imzalatıp aldım. Hem de nasıl bir kuyrukta bekleyerek, kuyruğa iki kez girerek.”

Aslında biz borçluyuz Erbil Abi’ye: 12 Eylül cezaevlerinde yatanlar, işkence görenler, bir insan olarak en temel hakları ayaklar altına alınanlar... Borçluyuz.

Sevgili Faruk (Bildirici), T24’te, onun gazeteciliğini gazetecilikten geriye pek bir şeyin kalmadığı bugünlere aktaran çok güzel bir yazı yazdı ardından; “Görmediğimiz karanlığın, gördüklerimizden daha koyu olduğunu gösterdi!” diyerek.

12 Eylül’dü, biz karanlığın görünen ve görünmeyen tarafında olanlardandık. Cesaret istiyordu o karanlığa dışarıdan birinin ışık turması. Karanlığın seni de yutmasını göze almayı, alabilmeyi gerektiriyordu. Onu göze alan bir cesaretti Erbil Abi!

Eski bir askerdi ya -disiplini, titizliği biraz da oradan belki- süvari üsteğmeniyken ordudan ayrılmış... Disiplini de beraberinde götürerek özgürlüğü seçmişti!

Ben hep Don Kişot’a benzetirdim Erbil Abi’yi. Karanlığa, zorbalığa, işkenceye ve adaletsizliğe gözü kara saldırışından değil... Tabii, o da var. Mutlaka var da... Sanki uzun dağınık saçları, posbıyığıydı onu Don Kişot gibi görmeme neden olan.

“Peki, ya mızrağı?” diyorsanız, siz sormadan söyleyeyim: Onun mızrağı kalemleriydi. Öyle mecazi anlamda falan değil, gerçek kalemleri!

Masasının üzerinde her daim ucu özenle açılarak mızrak gibi sivriltilmiş – hep sarı diye hatırlıyorum – kurşun kalemleri vardı Erbil Abi’nin. Tutkundu o kalemlere. Onu elinde mızrak gibi kalemlerle gözünüzün önüne getirin şimdi; işte Don Kişot!

Uzun imza kuyruğuna iki kere girmem, bir seferinde iki kitap imzalatmak yerine, ikinci kitabı imzalatmak için tekrar kuyruğun sonuna geçip bir saat beklemem, anlaşılmaz gelmişti Helga’ya. Oysa, o kuyruk bir borç ödeme kuyruğuydu aynı zamanda. Hiç kısalmamalı, hiç sonu gelmemeliydi. Mamak’tan yeni çıkmış biri olarak ödemem gereken, içeridekiler adına, işkencede öldürülüp sakat bırakılanlar adına Don Kişot’a ödememiz gereken borçtu.

Sonra, gazeteci olunca, borca borç eklendi. Bu kez mesleki bir borç! Haberin ne olduğunu, nasıl araştırılması, nasıl işlenmesi gerektiğini, nasıl ağaya paşaya eyvallah etmemek gerektiğini, o ucu sivri kurşun kalemin kırılabileceğini ama asla eğilip bükülmeyeceğini öğreten bir meslek büyüğüne olan borç...

Geçen yıl ocakta, bir panel için onu da görmek umuduyla Karaburun’a gitmiştim. Sağlık nedenleriyle İzmir’deydi. Telefonda basın kartlarımızın iptal edilmesinden girip mesleğin bin bir halinden çıkan uzun bir sohbet yapmıştık. Sesi ışıldamıştı.

Herkesin sevgilisi, sohbetlerini tarih dersi gibi dinlediği “Abi”siydi Karaburun’un.

Ve arşivciydi Erbil Abi. Gazeteciliğin belki yüzde 50’sinin arşiv olduğunu bilenlerden. Kocaman şeffaf plastik kutular almış, bütün arşivini özenle onlara yerleştirmişti. Karaburun’daki dostlarından Cevat, “Abi arşivi TAKSAV’a alsak” deyince gözleri parlamış, günlerce sıkıştırmıştı hâlâ almadınız diye. TAKSAV’a bıraktığı o arşivi geleceği taşımak da bir borç artık.

Dün son yolculuğuna uğurladık Erbil Abi’yi İzmir’de. Ancak, insanlar unutulduklarında ölüyorlarsa, o ölmedi. Ölmez de. Don Kişotlar unutulmaz çünkü! Karaburun’daki dostları her yıl 5 Eylül’de yapacakları anmayı planlamaya başladılar bile.

Alacaklı gitti Erbil Abi... Neyse ki, borcunu unutmayacak çok insan bıraktı geride.