Zor zamanlarda tutunabilecek bir dal ve çıkış arayışı açısından Immanuel Kant’ın hem Fransız Devrimi’nin iç gelişmelerine hem de Basel Antlaşması’na binaen kaleme aldığı “Ebedi Barış Üzerine Felsefi Deneme”sinden söz açmak istiyoruz: Ebedi Barış! Hemen şimdi

‘Zor Zamanlar’ ve ‘Ebedi Barış’

BORA ERDAĞI

“Zor zamanlar” adı en çok bol kuşku ve korku barındıran tarihsel süreçlere yakışıyor. Bu sürecin özelliği bütün toplumsal ölçeklerde vasatlığı hâkim kılmasıdır. Liberal devletin toplumsal ölçeklerinin tamamı, günümüz atmosferinde, vasatlığa teslim olmuş görünmektedir. Yani liberal devletin “zor zamanları” içinde yaşadığımızı inkâr edemeyecek kadar alamet belirmiş durumda. Bu alametlerin listelenmesi için popüler dergilerine bakmak bile yeterlidir. “Zor zamanlar” derken kastettiğimiz tam da şudur: Parlamenterizmin siyasal etkisinin demokrasinin gelişiminde rol oynayamaz hale gelmesi, yurttaş hakları manzumesinin güçsüzleşmesi, uluslararası hukukun fiili tek taraflılığının normalleşmesi, demokratik ve sosyal devlet ilkelerinin unutuluşu, sürdürülebilir kalkınmanın istikrarsızlığının istikrarlaşması, insani gelişmişlik düzeyinin toplumsal birikimlerin çok altında seyretmeyi sürdürmesi, gelir eşitsizliği ve işsizlik oranlarının artmasının stabilleşmesi, serbest ticaret eşitliğinin, ekolojik yaşamın devamlılığının, barış ve güvenliğin artırılmasının krizlerle boğuşması, göçmen, mülteci ve serbest dolaşım hakkının korunamaması, basın ve ifade özgürlüğünün iyileştirilememesi, silahsızlanmanın rafa kaldırılması, finansal sistemlerde şeffaf denetimin gerçekleştirilememesi gibi bir yığın hak, hukuk ve temel ihtiyaçlar göstergesi.
Vasatlaşmanın birçok nedeni bulunuyor. Bunların en başında da, demokratik ve hukuki toplumsal barışı inşa edecek güçler dengesinin oluşmasının imkânlarının güçlü bir şekilde sınırlandırılmış olması sayılabilir. Cumhuriyetin ilanından, hatta dileyenler II. Meşrutiyet’in ilanından veya başka bir tarih seçerek toplumsal düzenin siyasal yöneliminin liberal demokrasilerle entegre olmasının düşünülmüş olduğu herhangi bir zamanı başlangıç sayabilir; o günden günümüze değin, söz konusu liberal devlet gelenekleri ile içeriksel olarak benzeşen kamu düzenini kuramayan Türkiye, sürekli bir şekilde gelişmekte olan demokrasi ve ekonomilerin “zayıf” toplumsal deneyimlerini yinelemektedir. Zayıflıktan kasıt; darbeler, rüşvet ve yolsuzluklar, ekonomik ve siyasi krizler, sınır ülkeler ve uluslararası devletler ile ilişkilerdeki krizler, yurttaş haklarının çiğnenmesi veya askıya alınmasıdır. Bunlar bütün siyasal aktörlerin neredeyse tamamının genç Cumhuriyetimizin alışılagelen karakteristik sorunları olarak Türkiye deyince akıllarından ve ikrarlarından dökülen ortak sorunlardır. Bu haliyle de zayıflığın sürekliliği şaşırtıcı değildir.

Ne dünyanın ne de Türkiye’nin içinde bulunduğu vasatlaşmayı değiştirmeye, olumlu anlamda dönüştürmeye kurucu toplumsal dinamiklerinin gücü yetmediğine göre, gereklilik olarak Machiavelli’den beri modern siyaseti belirleyen reel-politik analizlere ihtiyacımız vardır. Ancak bu gereklilik analizleri ahlaksal ve hakikat söyleminden çok, politik ve aciliyet ihtiyaçlarından doğmalıdır.

İşte bu noktada, zor zamanlarda tutunabilecek bir dal ve çıkış arayışı açısından Immanuel Kant’ın hem Fransız Devrimi’nin iç gelişmelerine hem de Basel Antlaşması’na binaen kaleme aldığı “Ebedi Barış Üzerine Felsefi Deneme”sinden söz açmak istiyoruz. Kant’ın talebi ve savunduğu şey bellidir: Ebedi Barış! Hemen şimdi!

Kant, Alman liberal devletinin reformist gelişimini, hukuk devletini ve savaş-karşıtı politikaları temel alarak yurttaşların haklarını savunan biridir. Kant döneminin metafizik “pespayelik”i karşısında aklı, evrenselliği, özerkliği, gelişmeciliği, ortak-uzlaşımsal yasaları, saygıyı ileri sürer. Bu nedenle hem İngiliz-İskoç Aydınlanması’nın empirizminden ve pragmatizminden hem de Fransız Aydınlanması’nın materyalizminden ve pozitivizminden farklı bir yol izler. Aslında tam anlamıyla Johann W. Goethe’de vücut bulan ve daha sonra iyice geliştirilen Alman Aydınlanması’nın Bildung (kendi kendini yetiştirme) kavramı onun felsefi tutumunu açıklamaktadır. Kant felsefesinin epistemolojik yapısındaki sağlamlığı, etik alanında da aynen tekrarlanır. Çünkü bunlar epistemoloji ve etik zorunlu ve gerekli yasaların hüküm sürdüğü alanlardır. Pespayelik veya vasatlaşma ne bilgi ne de değer alanlarına girebilir. Buna mukabil, politika ve hukuk yasaları/ilkeleri ise a posteriori oldukları için, felsefi tutarlılık açısından etik yargılara uygunluk, benzerlik ve tamamlayıcılık içinde belirlenmeye çalışılır. İşte Kant’ın “Ebedi Barış” metni, hem liberal devletin uluslararası hukuk açısından hem de ülkelerin komşularıyla ilişkileri açısından “olması gereken ilkeselliği” belirlemeye çalışan felsefi bir denemedir.

Kant der ki bir barış antlaşması zorunlu olarak şunları içermek zorundadır: i) “İçinde gizlenmiş yeni bir savaş nedeni taşıyan hiçbir antlaşma barış antlaşması değildir.” ii) “Devletler birbirlerini bağımsız olarak varlıklarını sürdürmekten alıkoyacak hiçbir çaba içine giremezler.” iii) “Sürekli/kalıcı ordular süreç içinde tamamen ortadan kaldırılmalıdır.” iv) “Devletler fayda üretmek adına borçlanmalar yaratamazlar.” v) “Devletler birbirlerinin iç ilişkilerine zor kullanarak karışmamalıdır.” vi) “Hiçbir devlet savaştayken bile barış zamanlarında birbirlerinin yüzüne bakamayacakları çabalar içine giremezler.”

Bu maddelerden i., v. ve vi.’sı derhal ve eğip bükmeden uygulanmalıdır. ii., iii. ve v. maddeler ise, şartlara bağlı olarak hayata geçirilmelidir. Cenevre’de Suriye Barışı ya da Türkiye’de “Çözüm Süreci” için uğraşanların barış taleplerini, Kant’a göre neden karşılayamadıklarının cevabı aslında böylece ortaya konulmuş görünmektedir. İlkesel düzeyde tarafların ortak bir siyasal talebi yokken, barış denilen nezaketli yaşama talebi ve hakkı nasıl gerçekleştirilsin? Barış her şeyden önce insanın ve yaşamın korunması için gereklidir, iktidarlar, statüler, güçler ve devletler için değil. Barış hakkı ve talebi naif değil, tam aksine yıkıcı bir taleptir. Konum kaybetmeyi ve yenilenmeyi göze alamayanların barışa değil, ateşkese yatkın olmaları bu yüzdendir. İşte tam da bu yüzden Türkiye gibi ülkelerde barış talep etmek, istisnai değil kural olarak her zaman cezalandırılmayı beraberinde getirmektedir.

O halde reel-politik analize dönerek şunu ifade edebiliriz. Modern devlet ve onun hâkim ideolojisi liberalizm eşitlik, özgürlük ve kardeşlik düsturlarına ihanet ettikçe, kendi ilerici ve kurucu ideallerine -tıpkı Kant’ın da ifade ettiği ideallere- sırtını döndükçe dünya daha fazla karanlığa gömülüyor. Zor zamanlardan doğal olarak kriminalize olanları, kaybedecek hiçbir şeyi kalmayanları giderek büyük mezar kazıcıları yığınına dönüştürüyor. Elbette bütün bu “anlatılan hikâyeler, aynı zamanda bizim hikâyemiz”.

O halde bu zor zamanları aşmak için barış talebini ve hakkını dile getiren bütün onurlu duruşların parçası olmak gerekliliktir. Bu gereklilik ahlaki değil, bütün özel alanı politikleştirilerek ele geçirilmiş toplumsal insan tekleri olarak bizlerin varoluşsal ihtiyacıdır.