Haldeki kriz devlet ile halk arasındaki bir çelişkiden mi kaynaklanıyor? Hayır. Haldeki kriz emekçi sınıfların sömürücü sınıflara bir başkaldırısından, yönetilenlerin eskisi gibi...

Haldeki kriz devlet ile halk arasındaki bir çelişkiden mi kaynaklanıyor? Hayır. Haldeki kriz emekçi sınıfların sömürücü sınıflara bir başkaldırısından, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmeyi kabul etmemesinden mi kaynaklanıyor? Elbette hayır… Peki, haldeki kriz müesses nizamın (kurulu düzenin) bileşenleri arasındaki ideolojik, siyasal ve ekonomik çelişkilerden mi kaynaklanıyor? Evet…

Türkiye’de müesses nizam, kendi tarihsel ve yapısal özelliklerinden dolayı, hâkim sınıflar arasındaki zoraki bir ittifak üzerinde yükselir. Yani baştan (1920’lerden) itibaren çelişkili bir hâkim sınıflar ittifakı vardır. İttifakın bileşenleri birbirine diş bilerler. Zaman içinde devlet eliyle güçlenen ve emperyalizmle işbirliğiyle tekelleşen burjuvazi, önce hâkim ittifak içindeki kapitalizm öncesi sınıfları tasfiyeye yönelmiştir. Askeri darbelerin ardında hep bu çaba yer almıştır. Küreselleşmeyle birlikte, burada ayrıntısına girilemeyecek faktörlerin etkisiyle, hakim ittifak yeniden şekillenmiş, kendi bünyesinde yeni çelişkiler üretmiştir. Haldeki durumda yine ve yeniden zoraki bir hakim ittifak söz konusudur. Söz konusu durumu başka bir kavramsal çerçevede dile getirirsek, bu süreçte müesses nizamı çekip çeviren ‘elitler’ de farklılaşmıştır; açıkçası Cumhuriyetin kurucu elitleri yanı sıra (devlet katında) cemaat mensubu elitler de ağırlıklarını hissettirmeye başlamışlardır. Malum, hemen her bakanlık düzeyinde, eğitimde, yargıda, sağlık kuruluşlarında yani hayatın her alanında, cemaatlerin yetiştirdiği ‘altın kuşaklar’ eski Kemalist bürokratlar yanında, çoğu zaman onlara rakip olarak konuşlanmışlardır. Ve bir ‘darbe’ ile filan tasfiyeleri de epey zorlaşmıştır.

Şimdi hal böyleyken, ‘taraflar’, kamuoyunda demokrasi ya da laiklik adına kendi elitini kollayan bir çifte standart çığırtkanlığı yapmaktadır. Ergenekon davası ya da AKP’yi kapatma davası işte bu çifte standartla ele alınmakta, yargı da tutulan tarafa göre bağımlı yada bağımsız nitelemesiyle anılmaktadır. Darbe karşıtlığı da, ne yazık ki böyle bir çifte standarda kurban edilmiş, bu tercihin bütün demokrat muhtevası boşaltılmıştır. Bu tür çifte standartlara yapılan itiraz ise derhal ‘orta yolculuk’ diye suçlanır olmuştur. Oysa sağcılık, solculuk, liberallik, hepsi bir yana, namuslu ve adil bir siyaset önce bu çifte standarda itirazın başladığı yerde mümkündür.

Öte yandan, zoraki hâkim ittifakın, müesses nizamın bir biçimde kendini yeniden üretmesi, krizin şu yada bu şekilde çözülmesi lazımdır. Peki bu nasıl olacaktır? Doğası gereği, hâkim ittifak kendi varlığını, kendisini tehdit eden güçler, dinamikler karşısında birleşerek sürdürebilmektedir. Eskiden bu tehdit, komünizm tehlikesi adı altında toplumsal muhalefetin yükselişinde gösterilmiştir. Komünizm tehdidine karşı, bugün tehlike olarak görülen şeriatçı güçlerle sıkı fıkı işbirlikleri yapılabilmiştir. (Hatta cemaat kuvvetlerinin bu süreçte müesses nizama sızdıkları dahi söylenebilir.) Oysa şimdi müesses nizamın bir kısmı laiklik karşıtı odakları tehdit olarak görmekte, laiklik karşıtı oldukları söylenen ama müesses nizamda yer tutan elit kesimler de kendilerini suçlayanları darbeci ve demokrasi düşmanı olarak ilan etmektedir.

Böyle bir durumda dahi sistemin her hâlükârda kendisini onarması, beklentilerden ilkini oluşturmaktadır. Onarma için zımni de olsa bir mutabakat ortamı yaratılmalıdır. Son gelişmelerde, kanımca bu yönde bir girişim görülmektedir. Son operasyonlarda, 2 emekli orgeneralin tutuklanmasına bakılarak, bunun Türkiye tarihinde bir ilk olduğu söylenebilmektedir. Oysa işin özü itibarıyla, bu türden operasyonlara daha önceleri de başvurulmuştur. Birkaç gün önce, BirGün’ün sorularına cevap verirken de söylemiştim. 1971 yılındaki 12 Mart muhtırası da böyle bir operasyonun sonucunda verilmişti. Bu muhtırayla Adalet Partisi ve ABD karşıtı bir cuntanın 9 Mart günü darbe yapması engellenmişti ve böyle bir şey de 9 Mart cuntasında yer alan iki generalin saf değiştirmesi sayesinde, zamanın cumhurbaşkanı ve genelkurmay başkanının hakemlik misyonu yüklenmesiyle gerçekleşmişti. Açıktır ki her şey ABD’nin bilgisi dahilindeydi ve müesses nizamdaki zoraki ittifaktaki çatlama ABD’nin ‘birleştiren’ rolüyle sağlanmıştı. Şimdiki Ergenekon operasyonunun da benzer renkler taşıdığı söylenebilir. Yani bütün bunlar bir darbeyi önleme, potansiyel darbecileri yargı önüne taşımanın da ötesinde, daha büyük bir ‘operasyon’un taşlarının döşenmesi olamaz mı? Türkiye’de böyle söyleyince bunun hiç de komplo teorisi olmadığı artık tecrübeyle sabittir. Çünkü Türkiye’de her siyasi oyun ‘zor’ yoluyla kurulur. ABD ve Ortadoğu faktörleri, hâkim ittifakı zoraki de olsa, kendi çelişkilerini çözmeyi erteleyerek yeniden bir araya gelmeye mecbur kılamaz mı? Göreceğiz…