Akşam gösteri var. Yarın memleket yolculuğu… Radyo, televizyon, yazılar hepsi ‘hayır’ desin diye halkımız… Zorlu bir kavgaya gireceğim yeniden… Bizim memleket böyle, hem şikâyet edersin hem iki gün ayrı kalsan özlersin

Zorlu kavgaya hazırım

1

Milas’ta “Birleşik Haziran Hareketi” kahvaltısına katıldım. Güzel insanlar tanıdım. Datça, Ören artık benim ikinci adresim oldu. Bodrum’un karmaşık yaşantısı bana göre değil, bu küçük kıyı kasabalarında kendimi daha rahat hissediyorum. Benzerine az rastlanır bir isyan var insanlarda. İki yüz yıllık anayasa geleneği, Cumhuriyet bir oylamayla yıkılmayacak, belli oldu. Kırsaldaki insanlar da aynı duyguyu taşıyor.

Kimileri kıyı şeridinin aldatıcı olduğunu söylüyor ama bana kalırsa öyle değil. Sanki herkes gelen tehlikenin farkında… Belki de sezgisel. Üç yıldır zeytin ağaçları meyve vermiyormuş. Bence insana/insanlığa ve özelde ülkemizin haline küsmüş kutsal ağaçlar…

Öğleden sonra çok önemli bir tanıklık için İstanbul’da toplandık. Gerilimli, olaylı günler ardından TKP yeniden ayağa kalkmayı başardı. Ülkenin güzel, aydınlık, boyun eğmeyen insanlarıyla, yoldaşlarla bir arada olmak keyif verdi. Ülkenin tarihsel birikimini tenimde hissettim. Yaşlısı, genci, kadını, erkeği hep bir ağızdan “boyun eğme” diye haykırdık.

Uzun zamandır böylesi mutlu olmamıştım. İnsan sayılarla ölçülemez bir varlıktır; milyonların yapamadığını, birkaç devrimci yapacak, göreceğiz… Hep böyle oldu…

2

İstanbul’dan, Türkiye’den uzaklaşmak istedim. Romanı bitirmeliyim, yayıncıya teslim edeceğim haftaya. Geçen gün son toplantıyı yaptık. Kitabın ismi üstüne uzunca tartıştık. Daha önce “Cumhuriyet Senin İçin” tanıtımlarına engel olmuştu belediye. Şimdi adı konmamış, fiili bir yasağı yaşıyoruz. “Hangi gazetelerde haber çıkar, söyleşi yapılır” diye konuştular kendi aralarında… Bir elin parmaklarından az artık benden ve benim gibilerden söz edecek basın kuruluşu. İlanlarımızı kabul etmeyecekler, şehir duvarları da yasaklı…

Havaalanında yazıyorum bunları. Az sonra uçağımız kalkacak, Londra’ya gideceğiz. İki saat gecikme var. Uçağın içinde geçecek iki saat… Londra sisliymiş… Türkiye’de zihinler puslu yazık ki… İnsan memleketini unutur mu, yanına almadan huzurlu seyahat edebilir mi? Olanaksız bu işte… Yanıma bir Virginia Woolf biyografisi aldım. Londra ve Woolf birbirine çok yakışır. Okumaya zamanım olur mu ki? Kitapoburları valizlerinin en önemli kısmına yerleştirir kitaplarını. Olmazsa olmazdır bu… Yazmak için çıkılan bir yolculukta ne kadar okunur ki!

3

Londra çok soğuk… Her seferinde aynı şaşkınlığı yaşıyorum burada. Biz kat kat giyinip soğuktan korunmak için önlem alıyoruz, buranın halkı çıplak bacaklarla, incecik giysilerle dolaşıyor. Güneş özlemi büyük Londra’da… Trafalgar Meydanı insan kaynıyor. Londra’nın en güzel yanı kimsenin kimseye karışmaması, etrafta polis görmemek ve herkesin yasalara özenle bağlı olması… Burası yıllarca kan içmiş bir sömürge devleti. Tüm bu deneyimlerden geçip herkesin üzerinde mutabakat sağladığı bir anayasa yapmışlar. Yazılı olmayan kurallar eğer sindirilmişse orada uygarlık yeşeriyor, serpiliyor…

Memleketi düşündüm. İnsan ondan ayrılamıyor. Ben asla bir başka ülkede huzurlu olamam. Demek fazla yerliyim. Burada olmayı seviyorum ama kısa süreyle… Çifte vatandaşlık alanlara diyeceğim yok… Bir süre buralarda yaşamak iyi gelebilir, öğrenmek düşünmek için… Ama bir insan yazgısından kaçamaz. Yazgı memlekettir ve başka bir ülkenin vatandaşı olamam ben…

Anayasa yaptık sözde. Burada kimle konuşsak ülkeyi soruyor. Hem Londra’da yaşayan Türkler hem de diğer uluslardan gelenler. Olanları kavrayamıyorlar. Değişimin farkındalar ama anlayamıyorlar. Bir iki dostla söyleştik. Yurtdışında yaşayanlar bizden daha derin bir kaygıyı büyütüyor. Bombalar bizim şehrimizde ayrı patlıyor, burada ayrı… Bombaların patladığı, suikastların olduğu bir şehirde kahvaltı etmek güç sanıyorlar… Oysa değil… Çocuklarımızı o karanlık sabahlarda okula gönderiyoruz biz…

4

Bu kaçıncı gelişim Londra’ya, hep erteledim Karl Marx ziyaretini… Sabah erkenden koyuldum yola… Metro her seferinde ayrı etkiliyor insanı. Yer altına bir kent daha kurmuşlar. Mezarlık şehir dışına doğru olmasına karşın on beş dakikada vardık. Londra’nın parklarının güzelliği tartışılmaz. Umulmadık anda, karşınıza, üstelik en yoğun şehir yaşantısının ortasında koca bir park geliyor. Bir kahve alıp günün sıkıntısından kurtulmak mümkün… Şehrin her yanı bisikletlilerle dolu zaten… Araçların yasaları var ve herkes uyuyor buna gönüllü…

zorlu-kavgaya-hazirim-239009-1.

Marx’a doğru yol alırken bir parkta buldum kendimi. Küçük göller var sağlı sollu, donmuşlar. Kuşlara yem veren lise öğrencilerine rastladım. Başlarında öğretmen, parkta yapıyorlar dersi. Giyimleri, uyumları, neşeleri mutlu etti beni. Memleketimin çocuklarını düşündüm. Biraz konuşunca ne denli özenle kurgulanmış bir eğitim düzeni olduğu anlaşılıyor. Katolik okulları ve seküler/laik okullar ayrı. Dayatma yok. En önemlisi de ırkçılığa karşı çok sert önlemler alınmış olması.

Farklı ülkelerden çocuklar bir arada rahat okusun diye koşullar hazırlanmış. Kimse kendini okullarda yabancı hissetmiyor. Kimse kendinden vazgeçmek zorunda değil. Mesele yazılı kurallarda değil işte… Etik mutabakat esas…

5

Marx’ın yattığı mezarlıkta pek çok önemli isim yan yana… Kimilerini tanıyorum. Güler misin ağlar mısın şu hale? Giriş ücretli mezarlığa. Dünya işçileri birleşin, kapitalizmi alaşağı edin diyen adamın mezarından para kazanıyor İngilizler. Bizim paramızla yirmi lira bir kişi. Alçak kapitalizmin alıp satmayacağı hiçbir değer yok. Verdik parayı mecburen, bazen durumun kendisi yeterince açıklayıcıdır. Koca kitaplar okumaya gerek kalmadan dünyanın nasıl bir rezilliği yaşadığını görüyorsunuz…

Mezarlığın güzelliği, dinginliği karşısında derin huzur buluyor insan… Ölmek istedim demeyeceğim ama öte dünya varsa eğer o kadar da kötü olmadığını kanıtlıyor burası… Biraz sıkıcı olabilir. Marx’ın mezarı küçük bir anıt olmuş. Gelenler çiçek bırakmışlar. Birkaç kuşak Marx üst üste yatıyor… İlk, özgün mezar taşını görmek heyecan verici… Israrla öğütlüyor Marx “dünyayı anlamaya çalışmak yetmez, değiştirmek lazım” diye…

Karl Marx’a komşu iki mezar duygulandırdı beni. Iraklı ve Güney Afrikalı iki komünist önder de uyuyor bu mezarlıkta… Memleketlerinden uzak, mücadele vermiş olmanın huzuruyla…

6

İlk gelişimden beri Londra tiyatroları çok etkiler beni. Kapıları okşar, uzunca afişlere bakardım. Geceleri ışıklandırma altında, birbirinden güzel binalardan dışarıya davetkâr biçimde taşıyor müzikal duyuruları. Kapıda başlıyor heyecan… Artık fazla hesap işi buluyorum ben bu gösterileri. Oyunculuk mükemmel, tasarımlar etkileyici, yapım görkemli… Dünyanın yetenekli oyuncularını, müzisyenlerini izliyorsunuz… Lâkin hep aynı, ticari öyküler… Artık benden geçmiş…

İnsanın çocuğuyla seyahat etmesi öğretici… Onun dünyayı nasıl kavradığı, keşifleri müthiş gözlem olanağı sağlıyor. Benim çocukluğumda ülke dışına çıkmak tatlı bir rüyaydı… Tiyatroların önünde gezgin izleyiciler kadar, şehir dışından gelmiş okul çocuklarını görmek hüzünlendirdi doğrusu. Biz çocuklarımızı kafese sokup, hamasetle, yalanla dünyadan koparırken, burada, üstelik gece vakti otobüslerle tiyatroya taşıyorlar çocukları. Kimse erken yat demiyor onlara… Müzelerde, operalarda, tiyatrolarda hep çocuk sesi…

“School Of Rock” adlı müzikal kapalı gişe oynuyor. Zor yer bulduk. Okulda geçiyor gösteri ve yaşları sekiz, dokuz olan çocuklar başrolde… Şarkı söylüyor, dans ediyor, müzik aleti çalıyor ve oyunculuk yapıyorlar… Bunu kıskanıyorum işte… Bizim çocuklarımızda dünya sahnesinde olmalı…

Sabah Viyana yolculuğu… Nâzım dostları bizi bekler…

7

Viyana tedirgin eden bir şehir! Geçen gelişimde de aynı duyguyu hissettim. Belki karnesi ayıplı olduğu için, kim bilir… Dünya imparatorluğu olmanın izleri her yanda… Küçük otelimize yerleştikten sonra hemen tarihi pazarın içine daldık. Viyana’ya gelen herhangi bir Türk kolayca yaşantısını sürdürebilir. Nüfusun sekizde biri Türk göçmen, iki kez taksiye bindik şoförleri Türk çıktı. İç Anadolu insanı, özellikle Yozgatlı çok. Hatta bir trafik polisi sormuş. “Yozgat mı büyük Türkiye mi?” diye…

zorlu-kavgaya-hazirim-239010-1.

Fırsat bulup Albertina Müzesi’ni gezmeyi başardık. Picasso, Rodin, Monet eserlerinin dokuma mesafesinde oluşu heyecan verici. Çağdaş eserler ayrı güzel. Avrupa şehirlerinin korunaklı mimarisi kıskandırıcı… İstanbul gibi güzel bir şehri beton mezarına çevirmek çok acı… Akşam Viyana Devlet Operası’nda “Şımarık Kız”ı izledik. O görkemli yapı başlı başına heyecan verici… Memleketin hakikatinden uzak, aldatıcı birkaç gün yaşamış olduk…

Viyana Nazım Hikmet Kültür Merkezi’ndeki dostlar ağırlıyor bizi. Akşam gösteri var… Yarın memleket yolculuğu… Radyo, televizyon, yazılar hepsi ‘hayır’ desin diye halkımız… Zorlu bir kavgaya gireceğim yeniden… Bizim memleket böyle hem şikâyet edersin hem iki gün ayrı kalsan özlersin…

Memleket yazgımızdır, ondan kaçmak olanaksızdır.