Barnes’taki Mezarlık, güzel Türkçesi sayesinde ve sayfa sayısının azlığı nedeni ile tek solukta okunabilecek bir kitap. Fakat onu içinde bolca bulunan güzel şiirler dışında aynı rahatlıkla sindirmek mümkün değil. Birkaç defa okumak, hatta notlar alarak değerlendirmek şart

Zoru sevenler için

TOPRAK IŞIK

Gabriel Josipovici tecrübeli bir yazar… 1940’da Fransa’nın Nice şehrinde doğmuş. Rus-İtalyan ve Romen-Levanten asıllı bir Yahudi… Oxford Üniversitesi’nde edebiyat tahsili yapmış ve birincilikle mezun olmuş. Başarılı bir akademisyen olmanın yanı sıra bir eleştirmen ve yazarElif Ersavcı’nın Barnes’taki Mezarlık adı ile dilimize çevirdiği, Çınar Yayınları’nın ülkemiz okuruna sunduğu kitabın Türkçesi mükemmel.

Üç ayrı şehri mekân tutan roman, klasik anlatının çok uzağında… Olaylar gerçekleşme sırası ile anlatılmamış. Farklı zamanlarda sunulan kesitler arasındaki bağların özellikle gizlendiği anlaşılıyor. Bazıları dikkatli bir okuma ve çözümleme ile giderilebilse de olay örgüsündeki tüm belirsizlikleri ortadan kaldırmak mümkün değil. Sis içinde yakalanan silüetler üzerinden manzaranın bütününe ilişkin spekülatif tahminlerde bulunulabilir.

Romanın baş kahramanı, monoton yaşamayı seviyor ve zevkine uygun bir işe sahip. O bir çevirmen… Değişmez bir düzeni takip ediyor. Günün hep aynı saatinde kalkıyor, hep aynı saatler arasında çeviri yapıyor. İşi gereği edebiyata düşkün olmalı. Öyleyse de yeri gelince işine aşırı düşkünlüğünün gerisinde hayatını kazanma zorunluluğu olduğunu söylüyor.

Londra yakınlarındaki Putney’de birlikte yaşadığı ilk karısının ölümünün ardından Paris’e taşınıyor. Oradayken tamamen yalnız; dolayısıyla mutlu olduğu söylenemez. Karısını kaybetmiş olmanın acısını hissediyor. Ancak onunla birlikteyken de hayatının şahane olduğunu iddia etmek güç:

“Adam onu hiç mi hiç anlamadığını düşünüyordu kimi zaman. Karısı yanındaydı ama yanında değildi aynı zamanda. Onu tutuyor ama tutmuyordu aynı zamanda. Birlikte yürürlerken, el ele, bir yabancıyla yürüyormuş gibi hissediyordu bazen.”

Bu alıntıda arka arkaya iki cümlede geçen ‘aynı zamanda’ ifadesi, romanın bütününde sık rastlanan tekrarların bir örneği… Bunların yazar tarafından kasıtlı yapıldığına kuşku yok. Anlatıda, kahramanın hayatındakilere benzer biçimde tekrarlar olması, baskın motif olarak tekrar olgusunun iyi hissedilmesini sağladığı gibi metne şiirsellikle de kazandırıyor.

Ruh eşi olmayan ilk karısının hayatında bıraktığı boşluğa alışkanlıklarıyla katlanmaya çalışıyor. Bu da işe yaramamış olmalı ki yeniden evleniyor ve ikinci karısıyla birlikte romanın üçüncü mekânında, Abergavenny’de yaşamaya başlıyor. İlk karısı bir avukat ve aynı zamanda amatör bir keman sanatçısı… İkincisi ise ilkine hiç benzemiyor. Sık sık ne kadar cahil olduğunu, bildiklerinin çoğunu kocasından öğrendiğini söylüyor. Kahramanımız, fazla düşünmenin sağlığa zararlı olduğunu söyleyen bu hanıma, her defasında aynı sözlerle kompliman yapıyor: “Senin de başka vasıfların vardı.” İki kadının birbirlerine benzemezliklerini hayatında bir değişiklik arayışı olarak açıklıyor.

Roman kahramanı, monoton yaşantısına rağmen tutkusuz bir insan olarak tanımlanamaz. Dışarıdan zorlanmadığı halde, harfini değiştirmeksizin takip ettiği ezbere yaşamının gerisindeki motivasyonun da bir tutku olduğu iddia edilebilir. Üstelik bir de müziğe düşkünlüğü var. Bu tutkuyu daha çok ilk karısı öldükten sonra benimsemesi kitabın derinlerine inmek isteyen okurlar için yorumlanabilecek bir veri. Mezarlıklara olan düşkünlüğü ile bacağındaki hiç görünmeyen ve hiç geçmeyen yarası da öyle…

Gözlemlere kapalı yaşamayı tercih eden bir insan o. Sanki dikkat çekmekten ödü kopuyor. Kütüphaneden hep aynı kitabı alıp okuyor. Ancak görevli kız durumu fark ettiğini belli eden bir soru sorunca bu alışkanlığını o kitabı kitapçıdan satın alarak terk ediyor. Kendi rutinine o kadar bağlıyken, yaşamın sonsuz çeşitliliğini mutlaka fark etmiş olmaları gerektiğine inandığı yazarların tek tip romanlar yaratmalarına isyan ediyor.

Romanda heyecansız üslubu ile çelişen olaylar da var: İnsanların öldüğü bir yangın… Bu yangının bir kundaklama olduğuna dair ipuçları mevcut. Farklı zamanlarda iki farklı kişi, güçlü akıntılı bir kanala düşüyor. Bunlardan biri ölüyor. Ölen, romanın çok önemli karakterlerinden… Kanala düşen diğer kişi ise kendi çabasıyla kurtulup başına geleni ciddi bir soğuk algınlığı ile atlatıyor. Romanın kahramanı her iki olayın da en yakın tanığı… Tüm bunların sadece onun fantezisi olma olasılığını da göz ardı etmemeli. Sonuçta o, ona satın aldığı jetonu uzatan elin ortasında, üzerinden duman tüten bir delik görebiliyor.

Barnes’taki Mezarlık, güzel Türkçesi sayesinde ve sayfa sayısının azlığı nedeni ile tek solukta okunabilecek bir kitap. Fakat onu içinde bolca bulunan güzel şiirler dışında aynı rahatlıkla sindirmek mümkün değil. Birkaç defa okumak, hatta notlar alarak değerlendirmek şart. Bu özelliği ile kitap, meraklısına keyifli bir zahmet vaat ediyor.