Artık sinemamızın yüzüncü yıldönümünü kutluyoruz.

İktidar tarafından özenle seçilmiş, milliyetçi bir hezeyanla şekillendirilmiş, eleştirmeninden yapımda çalışanların örgütlü bir tavır alamadığı için kutladığımız şimdiki “100. yılın” anısına şunu soralım: Sinema tarihimize baktığımızda, sosyal tabloyu temsil eden film hangisi olabilir?

Bence yanıtı basit, insan derinden düşününce anlıyor: ZÜBÜK…

İnsanlara sorunca farklı yanıtlar aldım: Umut, Sürü, Yol, Bir Zamanlar Anadolu’da, Gelin/Düğün/Diyet…

Niçin ZÜBÜK dediğimi anlatmaya çalışayım. Zübük, bir hiciv midir? Ne yazık ki değil, süreğen ve ısrarcı bir ilişki biçimidir.

Zübük, bir kişiden, bir liderden daha farklı bir film, esas olarak önder, lider ile toplumun, milletin ilişkisi üzerine odaklanmış bir film, aslında bir toplumsal olayı değil, bir ilişkiyi betimliyor. Bu ilişki de genel anlamıyla siyasi iktidar ile millet arasındaki ilişkidir. Sistemin her tıkandığında bir hacıyatmaz gibi nasıl üste çıktığını ve milletin daimi olarak nasıl kaybettiğini anlatıyor. Bu arada halk adına bilinç ve siyaset arasındaki ilişkiyi kurmak isteyenler, itinayla halkın tercihleri nedeniyle yenilgiye uğruyor. Devir değişse bile değişmeyen bir yanılsama zafer tacını taşıyor.

Osmanlı’dan kalan bir miras olarak siyasi mevki elde etmek bir sermaye biriktirme sürecine karşılık geliyor.

İnsan burada Marx’ı hatırlıyor: Artı değer kuramları, soyut düzeyde, sermayenin nasıl biriktiğinden, kaynağına, zaman içinde metanın nasıl fetişe dönüştüğünü, yabancılaşıp iktidar aygıtına asıl belirleyicisi olduğuna, aracın amaç haline gelmesine, insanın ürettiği araçların aracına dönüşmesine, toplumları nasıl sürükleyip insani olanı yok ettiğine…s

Bunları Kapital’de bulabilirsiniz, ama Doğulu toplumlarda farklı bir ilişki biçimi var, eskilerin deyimiyle inhisar, Öz-Türkçesiyle Tekel, siyasette ayrıcalık verme süreçleri, artı değer kuramının açıklayamadığı değil, tam tersine sürecin serbest piyasa ile belirlenmediği, siyasal nedenlerle açıklanabileceği bir süreç…

Şöyle düşünün, bir denizde balık tutma hakkı, bir toprağın Padişah ya da siyasi yetke ile bir şahsa, bir şirkete verilmesi, ranta dayanan temelsiz sermaye birikimi, bir madenin işletmesinin bir gruba verilmesi…

Böylesi durumlar Türkiye’de sermaye birikim süreçlerinin ana halkasıdır. Bu süreçte merkezde siyaset durur, sermaye birikimi açık piyasa koşullarında şekillenmez. Halkla siyasetçinin ya da milletle siyasi iktidarın ilişkisi “uyanıklık/ avantacılık” üzerinden kurulur. Bu anlamda siyasetin kendisi, söylemi ve örgütlemesi yabancılaşmış, kendini reddetmiş ve saydamlığını kaybetmiştir. Dolayısıyla Zübüklerin yetiştiği tarla burasıdır.

Kaygım, ne estetik düzlemdir, ne filmsel başarı, yönetmenin samimiyetinden de söz etmiyorum. Kaygım, toplumsal tabloyu resmetmek, ilişkinin özünü sembolize etmek. Şu garip ilişkiyi düşünün: bir ilçede maden çıkartılacak ya da termik santral yapılacak, solcular ve köyünü sevenler başlar, çevre, özgürlüğümüzü kaybedeceğiz, sağlık sorunları yaşayacağız, sömürüleceğiz… Sermayenin adamı gelir, köylülerle konuşur, sigorta, maaş, emeklilik, ikramiye diye sayar döker, bunları da büyük oranda budar ya da yalan söyler. Sonuçta köylüler, çevre, solcular kaybeder, yalan halka galebe olur. Bu denklem son yüzyılda en az yüz kere tekrarlandı. Zeytinleri kesmek için, köylülerin kullanılması, insanların kendi köylüsünü dövmesi, sonrada işten çıkartılması, bir de özel güvenliğin adamın tapulu malındaki ağacı korumaya çalışan köylüyü dövme hakkını nereden bulduğu…

Zübük, bir roman değildir, bir film de değildir, ikisini de aşar, bir ilişkiyi resmeder, bir sözcük üretir, bir kavram haline gelir, dahası tarih içinde dayanıklı ve yıkıcı bir ilişkiyi resmettiği için günceldir.

Zübük, iktidarla-millet arasındaki ilişkiyi sembolize eder.

Zübük, özünde iktidarı teşhir etmez. İktidara seslenmez. Bizzat millete ve onun kendisine dair yanılsamasına odaklanır. Bu anlamda Zübük millete bilmek istemediği ve hatta kendisiyle yüzleşmediği için ne olduğunu anlamayan halka ayna tutmak için yapılmıştır.