Aziz Nesin’in ölümsüz eseri Zübük’ün sinema uyarlamasında, Türk sağcı politikacı tiplemesi İbrahim Zübükzade’yi ete kemiğe büründüren Kemal Sunal’ın oyunculuğunun zirve yaptığı bir sahne vardır. Zübükzade, tuzağa düşürmek için solcu rakibini kasaba halkının önünde cami yaptırma derneğinin başına geçmeye davet eder, rakibi “Kasabamızda cami var ama lise yok, memlekete okul lazım” deyince de, istediği cevabı almış olur ve “Din iman olmadan kuru bilgi neye yarar” diyerek politik kariyerinde sağlam bir adım daha atar.

Yeni Türkiye’yi “Zübükleşmenin saltanatı” olarak görebiliriz, yoksulluğun idaresi için cehalete, cehaletin idaresi için ise yoksulluğa ihtiyaç vardır ve bunun için de eldeki en iyi araç, en iyi silah dindir. Din, yeni Türkiye’de tabirin en çıplak, en keskin haliyle kitlelerin afyonudur, cehalet ve yoksulluk ancak bu uyuşukluk, hissizlik haliyle kontrol edilebilmektedir. O kadim “cami mi, okul mu” tartışmasını “cami” diyenler kazanmıştır ve “cami” diyenlerin saltanatlarını sürdürmek için “cami” demeye devam etmekten başka şansları yoktur.

Zübükleşen Türkiye’de, OECD’nin yaptığı ve “Yarının bilim insanları hangi ülkeden çıkacak?” sorusunun sorulduğu araştırmada Türkiye’nin son sırada olduğuna dair haberle İstanbul müftüsünün “İstanbul’da en az on bin yeni camiye ihtiyaç var” haberinin aynı gün çıkması tesadüf değildir, tesadüfse de muhteşem bir tesadüftür. Bilim, akıl, aydınlanma, eğitim, “Zübükleşmenin saltanatı”nda ihtiyaç duyulan şey bunlar değildir, ihtiyaç duyulan şey daha çok cami, daha çok kubbe, daha çok minaredir; çünkü sahiden de rejim açısından “minareler süngü, kubbeler miğfer/camiler kışlamız, müminler asker”dir. Böyle olmak zorundadır, çünkü Tevfik Fikret’in “Han-ı Yağma”, yani “Yağma Sofrası” dediği sofranın devamlılığı bunu gerektirmektedir. Aksi halde birileri “Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin” dizesini daha güçlü bir şekilde dillendirebilir, “bir dakika” diyebilir, sesini yükseltebilir.

Yağma sofrası demişken, hemen şöyle bir bakalım sofradan gelen yeni haberlere. Pazar günkü yazımızda Çiğdem Toker’e referansla, bütçe açığındaki artışı ve bunun “Hazine garantili projeler”le bağlantısını anlatmış, vergilerdeki artışın bu açığı kapatmak için olduğunu yazmış, bunun yanı sıra da sermayenin vergi yükünün nasıl minimum seviyede olduğundan söz etmiştik. Yazının yayımlandığı gün, sosyal medyada bir liste dolaşıma girdi ve şirketlerin milyonlarca liralık vergi cezalarının nasıl “uzlaşma” adı altında sıfırlandığı ayan beyan bir şekilde ortaya çıktı, zaten Başbakan Yardımcısı da ertesi gün katıldığı bir programda listenin doğruluğunu kabul etti.

Pazartesi günü Sözcü gazetesinde Murat Muratoğlu’nun yazdığı “Uçtu uçtu vergiler uçtu” adlı yazı ise meseleyi daha da somutlaştırıyordu. “Türkiye’nin dördüncü büyük havalimanı”nın yağma sofrasındaki yeri özetle şöyleydi: Afyon-Kütahya arasına “Zafer Havalimanı” adlı bir havalimanı yapılmış ve “Yap İşlet Devret” modeline uygun bir şekilde müteahhit firmaya “yolcu garantisi” verilmişti, yani nasıl ki köprüden geçmeyen her araç için Hazine, yani vatandaş, müteahhit firmaya aradaki farkı kapatacak şekilde ödeme yapacaksa, burada da aynı durum geçerliydi. Muratoğlu’nun yazısındaki bilgilere göre ise havalimanından günde sadece 1 -evet yazıyla bir- uçuş yapılmaktaydı ve taahhüt edilen yolcu sayısının sadece % 5’ine –evet yazıyla yüzde beşine- ulaşılabilmekteydi. Aradaki fark? Elbette ki hepimizin cebinden çıkacaktı.

Yazıda müteahhit firmanın adı geçmiyordu ama internette kısa bir araştırma yapıldığında Ankara-İstanbul hızlı tren, 3. Köprü, köprü civarındaki tüm paralı bağlantı yolları ve Yeniköy-Kemerköy Termik Santrali ihalelerini de alan IC İçtaş ismine kolaylıkla ulaşılabiliyordu. 2014’de yayımlanan bir habere göre ise firmaya Zafer Havalimanı için yıllık 850 bin yolcu garantisi verilmiş ve gelen yolcu sayısı sadece 84 bin kişi olunca, devlet aradaki farkı karşılamak için 4,1 milyon dolar ödemişti. Dahası, yapılan anlaşma gereği on yıl sonra yolcu garanti sayısı 1 milyon 300 bine çıkacak, yani aradaki fark daha da açılacak ve halkın cebinden çıkacak olan para da katlanarak artacaktı, anlaşma ise 2044 yılına kadardı.

Bu yazının yazıldığı saatlerde gelen başka bir haberde ise Osmangazi Köprüsü için taahhüt edilen araç sayısı yıllık 14 milyon 600 binken, köprüyü sadece 7 milyon 662 bin 105 aracın kullandığı ve aradaki yaklaşık 8 milyonluk araç farkından kaynaklanan tutarın, Hazine tarafından müteahhit firmaya ödeneceği anlatılıyordu. Aynı saatlerde gazeteler ve haber siteleri enflasyonun % 11,2’ye yükseldiğini ve çekirdek enflasyonun da son 13 yılın zirvesine çıktığı haberini geçiyor, cesur kimi gazeteler ve haber siteleri ise Sayıştay raporundan hareketle Saray’ın sadece temizlik masraflarının yıllık 2 milyon liraya ulaştığını yazıyordu.

Gazetemiz BirGün ise yine Sayıştay raporuna dayanarak Diyanet İşleri’nin faizden yıllık 255 bin lira kazandığını “Diyanet parayı faize koymuş” manşetiyle duyuruyordu. Yani Fikret’in yüz yıl öncesinden “yiyin” diye seslendiği efendiler, Han-ı Yağma’da bütün iştahlarıyla memleketi yemeye devam ediyordu.

“Cami mi okul mu” tartışmasına “okul” yanıtını verenler, son birkaç senedir laiklik kavgasını toplumsal muhalefetin öncelikli gündemi haline getirmeyi başardılar, şimdi bu kavgayı hem yükseltmeye hem de yanına ekmek kavgasını eklemeye ihtiyacımız var. Zübükleşen Türkiye’den çıkış için, cehaletin yoksullukla, yoksulluğun da cehaletle idare edilmesine karşı, hem laikliği hem ekmeği savunan bir siyaset anlayışının inşası adına zemin, şartlar, her şey müsait; tam da bu nedenle ivedi bir şekilde, cesur, net, sağlam adımlar atmamız gerekiyor.