Gazetecilerin, gazeteci olmaktan kaynaklanan doğal bir çilesi vardır:

-Bütün gazeteleri okumak zorunda olmak!

Bendeniz de bu çileye talip olmuş bir talihsiz gazeteci olarak her gün bütün günlük gazeteleri okuyarak güne başlıyorum.
Haftaya pek çok acının yanında bir de ek acı ile başladı ülkemiz. Başaran Holding’e ait iş jeti İran’da düştü. Uçakta bulunan 11 kadın da hayatlarını kaybettiler.

Bu elim kazada hayatını kaybedenlerden biri de uçağın pilotu Melike Kuvvet idi. Kaza sonrası yapılan haberler arasında en çok onun hikâyesi ilgi çekti:

“Melike Kuvvet, Fetullah Gülen Cemaati’nin savcı ve yargıçları tarafından kurulan kumpasla Türk Hava Kuvvetleri’nden atılmış, ülkenin ilk savaş uçağı pilotlarından biri olarak biliniyor.”

Bu haber, bütün gazetelerde aynı içerikle yayımlandı.

Oysa Melike’nin ordudan uzaklaştırılmasına neden olan kumpas davaları yaşanırken bu gazetelerden “hükümet yanlısı” saflarında bulunanların tamamı davanın “haklılığı”, kurbanların da “suçluluğu” üzerinden haberler yaptı.
Uçak kazasında hayatını kaybetmesinden sonra Melike Kuvvet’in talihsizliği, uğradığı haksızlığı anlatan gazetelerden hiçbiri “zamanında biz de ona karşı haksızlık yaptık” gibi bir özeleştiriyi sayfalarına taşımadı.

Sanki kendilerinin böylesi olaylarda hiç ilgileri yokmuş gibi haberleştirdiler.

Bu “Cemaat suçlama ölçüsü” bütün gelişmeler için geçerli…

İnsanların haksız yere tutuklanıp yıllarca hapislerde yatmaları sadece ve sadece Cemaat savcıları ve hakimlerinin suçuymuş gibi davranılmaya devam ediliyor.

O kadar ileri gittiler ki, -kendilerinin isimlendirmesiyle “FETÖ” örgütünün- 2011’de Ahmet Şık’ı haksız yere bir yılı aşkın süre hapiste yatırdığını yazdılar. Yetinmediler uluslararası alanda örgütünün fenalığını anlatırken bu “malzemeyi” kullanmaktan da geri durmadılar.

Ne zaman yaptılar?

Ahmet Şık ve Cumhuriyet gazetesi yöneticileri, avukatları, yazarları, çizerleri Silivri’de haksız yere hapiste tutulurken…
İnsanda hiç utanma duygusu olmaz mı?

İnsan hiç sıkılmaz mı?

Aynaya bakarken gözleri yere devrilmez mi?

Yıllar akıp geçer ama yapılanlar, yaşananlar unutulmaz. Geriye ağır bir ayıp ile birlikte kaybedilmiş yıllar kalır. Kimine bu yılların kaybı kalır, kimine de ayıbı!..

Ülkemiz şu anda zenginleştirilmiş bir çile, baskı, işkence, haksızlık, kötülük cehennemi halinde… Ne ararsanız var:

-Zulmün elli tonu!

***

Murat’ın tebessümü

Geçen hafta yapılan Cumhuriyet davasının 6. duruşmasında –tahliye edilen değil- serbest bırakılan Murat Sabuncu ve Ahmet Şık’a geçmiş olsun ziyareti için gazeteye gittim.

Ahmet’i göremedim, Anne ve babasını ziyaret için Antalya’ya gitmişti. Onun yerine Murat’a iki kez sarıldım.

Murat’ın yüzünde güller açıyordu. Bu katiyen “oh çıktım, özgürüm” havası değildi. Tam tersine içerdeki meslektaşları için daha fazla bir şeyler yapabilme imkanına kavuşmak, sahici gazeteciliğin güçlenmesi yolunda bir adım daha atabilmek ve demokrasi mücadelesine daha güçlü omuz verebilmenin sağladığı bir canlılık havasıydı.

Murat, sanki Silivri gibi bir çilehanede 500 gün geçirmiş gibi değil de uzun bir yaz tatilinden dönmüşçesine sağlıklı, kararlı, azimli ve gençti.

Onun fotoğrafını çektim.

Murat’ın yüzünde gazeteciliğin umut dolu tebessümü vardı!

Bu tebessümü yarın (16 Mart Cuma) Akın Atalay’ın da yüzünde göreceğimize inanıyorum. Hep aynı şeyi söyleyecek:
-Gazetecilik suç değildir!