Kadın hakları mücadelesinde önemli bir yeri olan Duygu Asena’nın anısına verilen roman ödülünün sahibi Arlin Çiçekçi, “Bu ödül uğradıkları onca zulme rağmen şifayı birbirlerinde arayan kadınlara mutlu bir ‘son’ oldu” dedi.

Zulmün karşısında birbirimize şifayız
Fotoğraf: BirGün

Yaşamları boyunca huzur bulamayan kadınların hikâyeleri bir kitapta buluştu. Arlin Çiçekçi’nin ‘Servi Nine ve Üç Güzeller’ romanından bahsediyoruz. Çiçekçi’nin Duygu Asena’nın anısına, 2007 yılından bu yana verilen Duygu Asena Roman Ödülü'nün bu yılki sahibi olan kitap, günümüzde yaşanan kadın hakları mücadelesi ile daha da anlamlı hale geldi. Nasıl mı? HÜDAPAR gibi kadınlara yönelik düşmanca tavırlarıyla bilinen topluluğun Meclis’te yer almasına ses çıkaran aydın kadınların varlığı ile. Çiçekçi ile kadın hakları, özgürlük ve eşitlik mücadelesinde önemli bir yeri olan Duygu Asena’yı ve ödülünü konuştuk.

Bu yılki Duygu Asena Roman Ödülü’ne Servi Nine ve Üç Güzeller kitabınızla değer görüldünüz. Böyle bir ödülü bekliyor muydunuz?

Servi Nine ve Üç Güzeller çok içime sinen bir roman olmuştu. İlk kitabımla el yordamıyla bulduğum yazı dilimi bu romanda daha rahat ve daha büyük bir keyifle kullandım. Bu anlamda çıkan sonuçtan memnundum fakat yine de yeni bir yazar olarak bu denli anlamlı bir ödülü almaya dair beklentiye girmeye izin vermemiştim kendime. Yine de ummuyordum desem yalan olur. Kısaca beklemek değil de umuyordum diyebilirim. Hayatını kadın hakları icin mücadeleye ayırmış ve bu mücadelenin simgesi haline gelmiş olan Duygu Asena’nın adına verilen bu ödül, Servi Nine ve Üç Güzeller’de, uğradıkları onca zulme rağmen şifayı birbirlerinde arayan tüm kadınlara mutlu bir ‘son’ hediye etmiş oldu.

Servi Nine ve Üç Güzeller, Arlin Çiçekçi, İthaki Yayınları

"DAYANIŞMAYI ONDAN ÖĞRENDİK"

Duygu Asena adına düzenlenen bir öle değer görülmek nasıl bir duygu?

Ölümden sonra yaşama inanmak icin mantıklı bir sebep bulamıyorum ama yine de ödül haberini aldığımda kafamı yukarıya kaldırıp bir teşekkür konuşması yaptım. Çünkü başka türlü ifade edemeyeceğim bir minnet duyuyordum. Duygu Asena, yaşadığı ve yazdığı dönemde diğer kadın yazarlar tarafından edebi seviyesi yetersiz bulunmuş ve bu anlamda biraz dışlanmış bir yazar. Tüm bunlara rağmen o kadın dayanışmasına olan inancını yitirmemiş ve küsüp kenara çekilmek yerine tüm enerjisini bu dayanışmayı büyütmeye adamış. Bu samimi mücadelesi öyle büyük bir ışığa dönüşmüş ki benim gibi yeni bir yazarı bile ufak bir dokunuşuyla bir anda görünür kılabildi. Aynı zaman ve mekânı paylaşmadan bile hâlâ dayanışmaya, ilham olmaya devam ediyor. Bunu en çok da çağdaşım kadın yazarların, kadın okurların, eleştirmenlerin ödülü tebrik etmek için samimiyetle aradıklarında, mesaj attıklarında hissettim. Duygu Asena, kendinin mahrum kaldığı desteği, ölümünden 17 yıl sonra bile sunmaya devam ediyor. Umarım görüyordur diye geçirdim içimden, çünkü bu dayanışmayı biz ondan öğrendik.

Kadın mücadelesinde önemli bir yeri olan Duygu Asenanın anısına verilen bir ödül aldınız. Bugün Meclis'te HÜDA PAR gibi hiç olmadığı kadar muhafazakar ve yobaz bir topluluk var. Neler söylemek istersiniz?

Kadın mücadelesinin doğrusal bir ivme ile ilerlediğini düşünmüyorum. Tarih boyunca kazanımlar kümülatif ilerlemiş olsa da kazanımların kaybedildiği, ve sonrasında tekrar kazanıldığı da olmuş. Kazanımların korunması da bu anlamda mücadeleye dahil diyebiliriz. Bugün, 6284 sayılı kanun mücadele ile kazanılmış bir güvence olmasına rağmen o güvencenin korunması için de tehlikelere karşı mücadeleyi sürdürmemizi gerekiyor. İstanbul Sözleşmesi kazanımını kaybetmemiz ve tekrar mücadelemize dahil etmemiz gibi. Bir anlamda iki ileri bir geri. HÜDA PAR da bu anlamda kadın mücadelesinin kazanımları için tehlike teşkil eden bir yapı ama kadınların önüne çıkan ne ilk tehlike ne de son. Tarih boyunca kas geliştirdiğimiz bir alan bu. HÜDA PAR gibi düşünce yapılarının yarattıkları engelleri, onların temsiliyetini üstlendiklerini varsaydıkları mütedeyyin kadınlarla birlikte omuz omuza vererek aşacağımızı düşünüyorum.

Bir parkın yok edilmesine, insanların nefes aldığı bir alana inşaat yapılmasına karşı roman karakteriniz Suna mücadele veriyor. Son yirmi yıldır Türkiye hızla betonlaşıyor. Bu hikâyeyi yazarken çıkış noktanız ne oldu?

Çıkış noktam tam da sizin bahsettiğiniz gibi bir dertten oldu aslında. Oturduğum apartmanın önünde ufak boş bir alan var ve olanda tarihi yapı kalıntıları olduğu için ‘şimdilik’ inşaat yapılamıyor. Hepimiz biliyoruz ki ister tarihi kalıntı olsun, isterse de imara açılmaması için binlerce haklı ve bilimsel gerekçe olsun eğer iktidardakiler bir yere inşaat dikmek isterlerse onları hiçbir şey durduramaz. Oysa orada insanların manevi duygularla ziyaret ettiği bir yatır olsaydı durum değişirdi ve ben buraya inşaat yapılır mı kaygısı duymazdım. Bunları düşünürken kendimi bir yatır efsanesi uydurup bunu etrafa yaymaya ve onları inandırmaya çalışırken hayal ettim. Gerisini romandan biliyorsunuz, Servi Nine ve Üç Güzeller, tam da bu derde düşündüğüm çarenin üzerine inşa oldu.

Jürinin ödülle ilgili açıklamasında Hikâye anlatıcılığınızdaki ustalık ve Türkçe kullanımındaki yetkinlik” ifadeleri dikkat çekiyor. Kitabınızın ana karakteri Suna da halasının anlattığı hikayelerle büyüyor. Büyüklerin anlattığı hikayeler çocukların yaşamında nasıl iz bırakıyor? Sizin de çocukluğunuzda etkilendiğiniz böyle biri var mı?

Babam (Çetin), annem (Gülkız) ve abimden (Hakan) oluşan çekirdek ailemiz bu anlamda çok besleyiciydi. Babam fıkralar anlatmayı, oturup bizimle hayata dair tartışmayı severdi, annemden Kayseri ve Sivas yörelerinden deyimler atasözleri, küçük anektodlar duyardım hep. Abimse bambaşka bir profil; zeki, okuyan, küçüklüğünden beri merakla araştıran ve bulduklarını, öğrendiklerini de paylaşmaya şevk duyan bir çocuktu, hala da öyle. Dolayısıyla çekirdek ailede zaten üç koldan besleniyordum bu anlamda ama bunun yanısıra ben insanları dinlemeyi de çok severim. Doğduğum büyüdüğüm mahalle mozaik bir kültürdü. Alevi, Sunni, Çerkez, Roman komşularımız vardı. Onların hikâyelerini dinlemekten de her zaman büyük keyif aldım. Bizim “yaya” dediğimiz anneannem (Çiçek) ve babaannem (Siranuş) da nev-i şahsına münhasır hikaye anlatıcılarıydı. İkisi de başlı başına birer roman konusu olabilecek derecede renkli karakterler. Nur içinde yatsınlar.

Bir süre medya alanında çalıştıktan sonra senaristlik yapıyorsunuz. Bilişim teknolojileri alanında deneyimleriniz var. Tüm bu deneyimlerinizin, yaptığınız işlerin edebiyatınıza katkısı ne oldu? Edebiyat sizin için ne ifade ediyor?

Tabii, kesinlikle oldu, oluyor. Hala Microsoft’ta çalışmaya devam ediyorum. 15 yıldır yaptığım iş seyahatleriyle, tanıştığım yüzlerce farklı kültürden insanla olan mesaimde ufkum çok genişledi. Ortadoğu ağırlıklı bu iş ortamı kurgulayabileceğim hikayelerin ölçeğini de genişletti. Senaristlik ise henüz rüştümü ispatlayamadığım bir alan, Yapımcı arkadaşım Başak Abacıgil Sözeri’nin kurduğu İdea Creative yapım şirketinin senaristleri arasına girdim ama maalesef henüz tamamlanmış ve Başak’ın onayından geçebilmiş bir senaryom yok, çalışmalarım devam ediyor.