Kemalist devrimin ne zaman sönümlenmeye başladığı ve “karşı-devrim süreci”nin miladının nereye yerleştirilmesi gerektiği geçmişten günümüze Kemalist tarihçiler ve aydınlar arasında önemli tartışma başlıklarından olagelmiştir. Bu tarihçi ve aydınların önemlice bir bölümü bu süreci 1950’yle yani Demokrat Parti’nin iktidara gelişiyle başlatırken, Attila İlhan ya da Çetin Yetkin gibi isimler ise 1938’e, yani Atatürk’ün ölümünün hemen sonrasına bakılması gerektiğine işaret ederler ve dolayısıyla İsmet İnönü de bu isimler için karşı-devrim sürecinin aktörlerinden biri haline gelir.

Hızlandırılmış Atatürkçülük kursuyla Atatürkçü olmaya karar verenler hızlarını alamadıklarından olsa gerek “Atatürk’ü İnönü zehirledi” tarzı zırvalarla birlikte, İlhan ve Yetkin gibi isimlerin tezlerini bugün adeta tersine çeviriyor ve diyorlar ki, “Dindarlara zulüm politikaları İnönü’yle birlikte başlamıştır, Atatürk’ün bu konuda herhangi bir sorumluluğu yoktur.”

Amaç elbette ki “Atatürk’süz bir Atatürkçülük” yaratmak, Atatürk’ü tarihsel bağlamından kopararak düşünceleri ve icraatlarından ayrıştırılmış bir şekilde “herkesin sahipleneceği bir ortak değer” haline getirmek ve böylece Atatürk figürü üzerinden kurulabilecek olan ve toplumsallaşma potansiyeli hayli yüksek bir muhalif politik hattı şimdiden etkisizleştirmek. Yani herkesi “Atatürkçü” yaparak Atatürkçülüğün apolitize edilmesi, siyasi denklemin dışına çıkarılması ve radikalleşme ihtimalinin önünün şimdiden kesilmesi asıl amaç.

Peki, yukarıda sözünü ettiğimiz iddia doğru mu acaba? İslamcıların “zulüm politikaları” dediği, bizim ise laiklik olarak adlandırdığımız siyasal-toplumsal-kamusal alanı dinden arındırma ve dini ait olduğu yere, özel alana yollama politikalarının Atatürk’le bir alakası yok mu, yani İslamcıların diliyle sorulduğunda “zulüm 1938’de mi başladı?”

Bu sorunun yanıtını en iyi İslamcılar bilir gerçi ama olsun biz yine de dilimizin döndüğünce anlatmayı deneyelim. Her şeyden önce, iktidarın Osmanoğulları sülalesinden alınması ve hilafetin kaldırılması -ki bu ikisi Türkiye İslamcılığının en büyük iki travmasıdır- tıpkı bunların devamı niteliğinde olan Cumhuriyet’in ilanının olduğu gibi neredeyse tek başına Atatürk’ün projesidir. Eğer Milli Mücadele’yi o değil de Karabekir ya da İnönü yönetseydi, bunlar ya hiç olmayacak ya da çok uzun yıllar sonra gerçekleşecekti.

Sadece bunlar mı peki? Atatürk hayattayken Türkiye’nin Batılılaşması, yani modern ve laik bir ulus-devlet olması için atılan adımları hızlıca hatırlayalım hemen. Kılık, kıyafet ve İslamcıların bire bin katarak anlattıkları şapka inkılabı, “Bir gecede cahil kaldık, atalarımızın mezarını okuyamıyoruz” gibi abuk subuk iddialarla hâlâ yasını tuttukları ve husumetlerini gösterdikleri harf inkılabı, tarikat ve cemaatleri yıllar boyu etkisizleştiren tekke ve zaviyelerin kapatılması, laik eğitimi yerleştiren Tevhid-i Tedrisat Kanunu, kadınların birçok hakkını garanti altına alan Medeni Kanun, kadınlara seçme ve seçilme hakkı, “devletin dini İslam’dır” ibaresinin Anayasa’dan çıkarılması…

Tekrar söyleyelim: Tüm bunların hem düşünsel hem pratik olarak mimarı Atatürk’tür. Cumhuriyet’i kuran kadronun en radikali olarak tüm bu adımların hepsi Atatürk’ün kafasındaki devlet ve toplum modeline göre atılmıştır. İnkılabın diğer kadroları hiçbir zaman Atatürk ölçüsünde radikal olmamışlar, çoğu tüm bu adımlara çekingenlikle ve şüpheyle bakmışlardır.

Tüm bu radikal adımlar hızlıca atılırken yapılan açıklamalar da ortadadır. Örneğin 30 Ağustos 1924’te şöyle der Atatürk:
“Milletimizin uzun yüzyıllardan beri hanlar, hakanlar, sultanlar, halifeler elinde, onların tahakkümü ve despotluğu altında ne kadar ezildiğini, onların hırslarını gidermek yolunda ne kadar büyük felaketlere ve zararlara uğradığını düşünürsek, milletimizin egemenliğini eline almış olması olayının, bütün büyüklüğü ve önemi gözlerinizde belirir. Gerçi büyük zaferin ertesine kadar, İstanbul’da, halife ve sultan adı altında bir şahıs ve onun işgal ettiği halifelik ve saltanat unvanıyla bir makam vardı. Fakat bu zaferden sonra millet, o makamları ve makam sahiplerini hak ettikleri sonuca ulaştırdı.”

Tevhid-i Tedrisat yasasından sonra ise şöyle diyecektir:

“Büyük millet, dünya uygarlık ailesinde saygın bir yere sahip olmaya layık Türk milleti, evlatlarına vereceği eğitimi, okul ve medrese adından birbirinden büsbütün başka iki kuruma bölmeye, halen katlanabilir miydi?”

Tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla ilgili olarak ise şunları demektedir Atatürk:

“Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyidlerin, çelebilerin, babaların, dervişlerin arkasından sürüklenen ve falcılara, büyücülere, üfürükçülere, nüshacılara, talih ve hayatlarını emniyet eden insanlardan oluşan bir kitleye, uygar bir millet gözüyle bakılabilir mi?”

Ölümüne yakın bir tarihte, 1937’de Meclis’in açılış yılı konuşmasında ise en radikal açıklamalarından birini yapacak ve CHP’nin sahip olduğu prensiplerle ilgili olarak şöyle diyecektir: “… bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, esinlerimizi, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.”

Dolayısıyla “1938 sonrası” iddiası bütünüyle temelsiz ve mesnetsizdir, başlangıç da merkez de Atatürk’tür ve burada İslamcıların sahiplenebileceği bir Atatürk yoktur, bilakis pazar günkü yazıda söylediğimiz üzere bir “kurucu öteki” vardır, Türkiye İslamcılığı kendisini Atatürk karşıtlığı üzerinden kurmuştur ve bunun değişme ihtimali bulunmamaktadır, aynı anda İslamcı ve Atatürkçü olunamayacaktır.

Şöyle bitirelim o halde: Eğer siyasal mücadele, aynı zamanda tarih ve tarihsel figürler üzerine de verilen bir mücadeleyse, bu mücadeleyi vereceğiz, “Bırakmayacağız” demiştik, görüldüğü üzere bırakmayacağız.