Türkiye’nin 1 Kasım 2015 sonrasında girdiği yoldan ürkenler bir an önce başka bir ülkede yaşamak için araştırmalara giriştiler. Küçük çocukları olan genç çiftler; ben kızımı, oğlumu Türkiye’de büyütmek istemiyorum, düşüncesiyle “gitmek” için şartlarını zorlamaya başladılar.

Kimi başardı, gitti. Kimileri de bu uğraşlarına devam ediyorlar. Bir grup kararsız ise 16 Nisan Referandumu’nu bekliyor. Evet, çıkması halinde valizleri hazır biçimde beklemeye başladılar.

•••

Uzun yıllar başka bir ülkede “politik göçmen” olarak yaşayanların anıları, bulundukları ülkelerde, şehirlerde “yabancı” damgasıyla dolaşmalarını birinci ağızlardan dinlemiş biriyim. Hatta Avrupa’nın yaşam standartları en yüksek ülkesi olarak kabul edilen İsveç’te “Vatan yahut Stockholm” adlı bir de belgesel çektim.

Hayatları çok zordu. Avrupa kentleri bayram tatillerinde gidilip, 4-5 günde rehber eşliğinde gezilen güzellikler demeti değildi. Barınma, başlı başına bir sorundu. Yönetmen Suat Oktay Şenocak’ın konu hakkındaki belgeseli yürek paralayıcıdır. Bir Makedon ailenin İsveç polisi tarafından nasıl parçalandığını anlatmıştı o belgeselinde…

En kısa yoldan Zülfü Livaneli şarkılarında bulabilirsiniz Avrupa’da mülteci olmanın buruk tadını…

Bütün bunlara karşın “gitmeye kararlı” bir kitle var.

Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşımın genç akrabası kısa süre için görevli bulunduğu İsviçre’de kalıcı bir yaşam için bürokratik işlemlere başlıyor.

Zürih’in bir dağ kasabasında ev tutup, eşi ve çocukları için davet mektubu, onların şehirde yaşamaları konusundaki işlemleri yapmak için belediyeye gidiyor. Birkaç bölüme uğradıktan sonra öğle tatiline denk geliyor.
Kendine bir kahve söyleyip, kentin huzurunu içine çekmek üzere bir kafeye yöneliyor.

Aaa o da ne? Tam karşısında bir Simit Sarayı durmuyor mu?

Hadi biraz da memleket havası katayım bu İsviçre huzuruna diye oturup, çay ve simit siparişi veriyor.

Biraz sonra yanındaki masadan gelen sesleri duyuyor. Kafasını kaldırıp bakıyor. 60-65 yaşlarında bir adam ile 20-25 yaşlarındaki delikanlı yüksek sesle tartışıyorlar. Adam “çalışmazsan olmaz” diyor.

Delikanlı başarısız olduğunu kabul ediyor:

»Of, of… Ben bu şeriatı öğrenemeyeceğim!

Bir karşı çıkış olarak değil, ödevini iyi yapamamış öğrenci mahcubiyeti içinde kıvranıyor. Adama ise umudunu yitirmemesi gerektiğini anlatıyor.

Nasıl olsa Türkçe bilen yoktur rahatlığıyla alabildiğine özgür davranıp her şeyi yerli yerine oturtan ifadelerle şeriat konusunda küçük bir sempozyum yapıyorlar.

Türkiye’deki din temelli baskıcı ortamdan kurtulup, Avrupa’nın göbeğinde huzur içinde yaşamayı düşlerken, minik bir şeriat okuluna toslamanın hüznü içinde, yerinden kalkıyor. Çayını ve simidini yarım bırakıp uzaklaşırken son bir bakışla hemşerilerinin “özgürlük ortamı” içinde şeriat öğrenme dersini izliyor. Çocuk üzgün, adam ise ısrarcı:

»Çalışmalısın, çok çalışmalısın!

Anlıyor ki, globalleşmiş dünyada dertlerinden sıyrılmış “steril” bir yerleşim bulabilmek kolay değil.

Hele Zürih’te şeriata tosladıktan sonra!..

***

MET-ÜST Amerikan Hastanesinde

İnsan ilk duyduğunda ürperiyor, içini bir korku kaplıyor. Kolay değil birçok sevdiğimiz dostumuzu orada kaybettik. Halit Çapın, Yılmaz Çetiner ve Duygu Asena bu hastaneden veda ettiler hayata.

Metin Üstündağ’ın oradaki varlığı ise hasta olup da iyileşmek için orada değil. Daha çok “hasta etmek için” olabilir!

Zaten MET-ÜST’ün bu ülkede azımsanmayacak bir “hasta” kitlesi mevcut. Ben de onlar arasındayım.

Onun yazıp çizdiklerini okuyup gördükçe bütün hastaları gibi aynı şeyleri hissediyorum: “Manyak lan bu herif!”

Tabii bu takdirimi aleni olarak söyleyemiyorum. Yanlış anlaşılma kaygısı taşıyorum.

Her neyse ben hastaneye döneyim…

Daha doğrusu hastaneye değil de, giriş kapısının solundaki “Operasyon Odası” adını taşıyan sergi salonuna…

MET-ÜST çok tuhaf bir resim sergisi açtı 15 Mart’ta… 13 Mayıs 2017’ye kadar da gezilebilecek sergiye giderken mutlaka farklı bir şeyler göreceğimi tahmin ediyordum. Ama bu kadar da değil!

Sergiye “Ağlak Muğlak” adını vermiş. Neden bu adı verdiğini sergi broşürünün en arkasında (bu da tuhaf tabii) yer alan sanatçı ile Ilgın Deniz Akseoğlu’nun söyleşisinde bir ipucu olarak açıklıyor:

»Bizim ağlamaya zamanımız olmuyor!

Sergilenme düzenini, tuval olarak seçilen malzemenin çeşit yelpazesini yazıp da serginin gazını kaçırmak istemem. Ama herkes de İstanbul’da yaşamıyor ki… BirGün’ü Diyabakır’da, Batman’da, Mardin’de Midyat’ta, Fatsa’da Ünye’de okuyanlar da var. Metin, bulduğu her şeyin üzerine çizmiş, boyamış, dökmüş, püskürtmüş, damlatmış. Bir o kadar da zemin kullanmış. Bunları arasında iki tuval var ki, yan yana asılmış olmaları MET-ÜST gibi bir dev sanatçının dünyaya bakışını da gösteriyor. Birinde tam sayfa halinde Gazze katliamı var, diğerinde ise 1915 Soykırımı için verilmiş imza listeli gazete ilanı… Her ikisi üzerine de ters olarak çalışılmış.
En iyisi İstanbul’da yaşayanlar gidip görsünler:

»MET-ÜST Amerikan Hastanesinde!