Google Play Store
App Store

100 önce de Naziler, Thüringen’de iktidara gelmişlerdi. Tabii ki, tarih tekerrür etmez. Ama geçmişle günümüz arasında paralellikler bal gibi de kurulabilir. Molotov ne demişti: “Faşizm burjuvazinin keyfine kalmış bir tercihtir.” Almanya, süratle yol ayrımındaki tercihe yaklaşmakta.

100 yıl önce, 100 sonra Thüringen: Yol ayrımındaki tercih

Emrah CİLASUN / Araştırmacı-Yazar 

Neredeyse yüzde 90 katılım ve mutlak çoğunluğu kıl payı kaçıran bir seçim oldu. Oyların yüzde 48'i Thüringen Nizam Birliği'ne giderken, onu Sosyal Demokrat Parti SPD (yüzde 23) ve Alman Komünist Partisi KPD (yüzde 18) takip etti. Burjuva-muhafazakâr bir ittifak olan Thüringen Nizam Birliği çiftçileri, Alman milliyetçilerini (DNVP), ulusal ve sol liberalleri (DVP ve DDP) bir araya getirmekteydi. Ancak bu seçimin kaderini belirleyen, Birleşik Völkische Liste'nin (VVL) yüzde 9 alması oldu. Zira eyalet parlamentosundaki 72 sandalyenin 35’ini Nizam Birliği kazanmasına rağmen bu sayı hükümet kurmak için yeterli değildi. Zorunlu olarak kurulması gereken koalisyon hükümetine, ihtiyaç duyulan iki sandalyeyi Birleşik Völkische Liste verecek ama karşılığında sadece Tühringen’e ve daha sonra Almanya’ya değil, bütün bir dünyaya ve insanlığa kan kusturacaktı.

Efendim, yukarıdaki satırları şaşkınlıkla okuduğunuzun farkındayım. Evet, yukarıdaki rakamlar Tühringen eyaletinde yapılan seçime ait. Fakat veriler 100 sene öncesine, Şubat 1924’te yapılan Thüringen eyalet seçimlerine ait.

El alemin “deli”, “aptal”, “bir iş beceremez” dediği Avusturyalı eski bir çavuşun kafadarlarıyla kurduğu parti 9 Kasım 1923’te, Münih’te başarısız bir darbe girişiminde bulunalı, akabinde derdest edileli ve partisi Almanya Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi yasaklanalı, şunun şurasında daha 3 ay olmuştu. Ama atı alan çoktan Münih’i geçmişti. Zira Avusturyalı Çavuş Adolf’ün, Tühringen eyaletindeki hem cinsleri, Nazi ideolojisinin temel vurgularından biri olan “Völkisch” (tamamen ırki düzlemde, güç birliğini esas alan bir toplum dayanışmacılığı fikrinin oluşturduğu “halk”) kavramını ödünç alarak kurdukları “Völkische Liste” ile seçime katılmışlardı. Tühringen eyaletinde kurulacak hükümetin kaderini belirlemişlerdi. Tüm bunlar, Birinci Dünya Savaşı’nın ağır siyasi ve iktisadi krizinin, üstüne üstlük yaşanan süper enflasyonun Tühringen özgülündeki tezahürleriydi.

HAFIZA-İ BEŞER…

Kimi okuyucu tarafından bilinse de bunları bilerek bir kez daha tekrar ediyorum. Zira, ünlü sözdür: “Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür.” Tabii ki, tarih tekerrür etmez. Ama geçmişle günümüz arasında paralellikler bal gibi de kurulabilir. Nasıl mı?

Gelin birlikte irdeleyelim.

Evvela dün, 1 Eylül 2024’te Türhringen ve Sachsen eyaletlerinde yapılan seçimlerin sonuçlarına bir bakalım:

Thüringen: (Hükümeti oluşturmak için 45 sandalye gerekiyor)

Faşist parti (AfD): 32,9 (32 Koltuk)
Hristiyan Demokratlar (CDU): 23,7 (23 Sandalye) 
Sol Parti (Linke): 13,0 (12 Sandalye) 
Sosyal Demokratlar (SPD): 6,1 (6 Sandalye) 
Yeşiller (Grüne): 3,2 
Liberal Parti (FDP): 1,1
Sahra Wagenknecht İttifakı (BSW): 15,6 (15 Sandalye)
Diğer: 4,4

Sachsen: (Hükümeti oluşturmak için 61 sandalye gerekiyor)

Faşist parti, Almanya için Alternatif (AfD): 30,6 (41 Sandalye)
Hristiyan Demokratlar (CDU): 31,9 (42 Sandalye) 
Sol Parti (Linke): 4,5 (6 Sandalye)
Sosyal Demokratlar (SPD): 7,3 (9 Sandalye) 
Yeşiller (Grüne): 5,1 (6 Sandalye) 
Sahra Wagenknecht İttifakı (BSW): 11,8 (15 Sandalye) 
Hür Seçmen (FW): (1 Sandalye) 
Diğer: 8,8

İlk etapta Türkiyeli okur için bir şey ifade etmese de her iki tabloya yakından bakıldığında görülen manzara, faşistlerin adeta oy patlaması yaşadığıdır. İkincisi, her ne kadar Sachsen’da AfD’siz bir çoğunluk hükümeti, Tühringen’de ise bir azınlık hükümeti kurulsa da bu durum, faşistlerin siyasi ve ideolojik olarak estirdikleri kutuplaşmayı pekiştirmektedir. Zira AfD’nin istediği fotoğraf karesi, bir tarafta kendisi beri tarafta ise adları ve renkleri ne olursa olsun tek ve bir olan “düzen partileri”dir. Faşizmin en büyük silahı olan demagojiyle çizilen bu tabloya göre, birinci de olsa, hiçbir partinin kendisiyle ortak bir hükümet kurmayacağı ta evvelden deklare edildiği için, yine “kimseye yaranamayan”, yine “mağdur”, yine “dışlanan” AfD’dir. Ve evde yapılan hesap şimdilik çarşıda da tutuyor gözüktüğü için 22 Eylül’deki Brandenburg eyalet seçimlerinin galibi yine AfD’dir (tahminlere göre yüzde 24 ile birinci parti).

Oysa adım adım geliyorlardı. 2013’te kurulduklarında ciddiye bile alınmadılar. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden 72 sene sonra (2017 seçimlerinde) ilk defa Federal Meclis’e yüzde 12,6 ile girdiklerinde “sağ popülist” diye adlandırıldılar. Aslında buz gibi faşist bir parti olan AfD, kendisini küçümseyen, umarsız gözlerin içine adeta parmağını sokarcasına, 2019 Avrupa Seçimlerinde yüzde 11,0; 2021 Federal Seçimlerinde 10,4; 2024 Avrupa Seçimlerinde yüzde 15,9’la kabarmaya devam ediyordu.

YAPISAL KRİZE FAŞİST TUTKAL

Peki bu nasıl mümkün oldu? Medeniyetin beşiği, İkinci Dünya Savaşı’nın derslerini çıkarmış, Nazizim’den arınmış, Avrupa’da, hele hele Almanya’da tüm bunlara nasıl izin verildi?
 Aslına yaşananlar ciddi bir yapısal krize işaret etmekteydi. 1945 sonrası kıta Avrupa’sında, iktisadi altyapısı kapitalist emperyalizm talanı ve sömürüsü üzerine bina edilmiş, üstyapısı ise liberal tutkal ile bir arada tutulan Avrupa toplumları on yıldan fazladır dikişlerinden atmaktaydı. Liberal tutkal uğruna araçsallaştırılan Ludwig van Beethoven’ın, “Bütün İnsanlar Kardeştir” (9.) Senfonosi’nin yerinde artık yeller esmekteydi…

Diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Almanya’da da siyaset sahnesinin aktörleri, içinden geçilen iktisadi, siyasi ve askeri buhranı kaldırmaktan artık çok uzaktılar. Washington ile Moskova arasındaki çelişki ve çatışmada, her ne kadar bugüne dek ABD’nin yanında dursa da Moskova’yı doğrudan karşısına almamaya özen gösteren, geleneksel Berlin siyaseti en geç Şubat 2022’de başlayan Ukrayna Savaşı’yla yer ile yeksan olmuştu. Aynı zamanda Berlin, Alman endüstrisinin canı, kanı, “olmazsa olmazı” Rus gazından da (Kuzey Hattı’ndan), kimin yaptığı bilinmeyen (!) bir sabotajdan ötürü mahrum kalmıştı. Alman kapitalizminin de parçasını oluşturduğu, dünya emperyalist sisteminin tatlı tatlı yiyişinin acı acı sonuçları iklim, açlık ve savaş krizleriyle en geç 2015’ten beri kitlesel göçlere neden olmuş durumdaydı. Öte yandan ise 2008’den beri süre gelen iktisadi bunalım (mesela finans sektöründe ve tedarik zincirinde olduğu gibi) ve peşinden gelen Pandemi sonrasında cerahat kesesinde birikmiş olan dertler (mesela sağlık ve eğitim sisteminde) ağır yapısal bir kriz halinde Almanya toplumunun sinir uçlarıyla oynar hale gelmişti.

KAPİTALİZMİN TOZ PEMBE ŞAFAĞI

Engels’in “kapitalizmin toz pembe şafağı” dediği “meta ideolojisi demokrasi”nin sosyal tabanı, nesilden nesile, yıllardır zihnen örgütlenmekteydi. Toplumun genlerine işlenen kapitalist asalaklık, “her şeyin üstünde Almanya” siyaseti ve ideolojisi, gelenek ve göreneği, değerleri ve tüm kültür bileşenleriyle, başta işçi aristokrasisi olmak üzere onun ayarındaki ve dengindeki farklı sınıf ve katmanları (beyaz yakalılardan, hatırı sayılır toprak sahibi çiftçilere, küçük dükkân sahiplerine ve adım adım yoksullaşan kimi orta sınıflara kadar) avucunun içine almıştı. Bu kapitalizm asalaklığı ile bezenmiş siyasetin sosyal tabanı, bir yandan toplumun en altındaki, çoğunluğu göçmen proleterlere ve yoksullara ırkçı bir kin ve öfke duymakta, krizin sorumlusu olarak onları görmekte, öte yandan da “demokrasi ve refah” için dünya sömürüsünün ve talanının (mesela Bangladeş’teki tekstil atölyelerinden, Kongo’daki Kobal madenlerine, Kosta Rika’daki kahve plantajlarına dek) devam etmesini talep etmekte. İşin ilginç yanı şu ki, bu talandan beslenen asalak koroya, bilhassa kendisini artık müesses nizamın bir parçası sanan yabancılar da katılıp, eşlik etmekte. Hatta onlarda kendi kültürel bagajlarından çıkardıkları ırkçı ve faşist hikayeleri, kostümleri ve aksesuarları kamusal vitrine asmakta beis görmemekte…

Bu klasik “seçmen” profili en geç faşistlerin ciddi bir güç olarak siyaset sahnesine çıkmasıyla birlikte, adeta ortadan ikiye ayrıldı. AfD hiçbir kafa karışıklığına mahal vermeyecek şekilde faşist programını, siyaset merkezinin ortasına çakmakta tereddüt etmedi. Adeta tüm burjuva demokrat partilere, “senin liberal programın değil, benim Völkisch programım tutar” demeye getirdi. Rusya’ya karşı ambargonun derhal kaldırılmasını, Kuzey Enerji Hattı’nın derhal işler hale getirilmesini, Ukrayna-Rusya savaşının durdurulmasını, koşulsuz Berlin- Washington aksı yerine, “eleştirel dostlukta” ısrar ederek, Berlin-Moskova aksının da işletilmesini ve AB’den çıkılmasını, Alman sermayesinin tıpkı Britanya gibi özgürce dünyada at oynatmasını, kömür ve nükleer enerjiye derhal geri dönülmesini taahhüt etti. Bilinen ırkçılığına ilaveten polis ve güvenlik bürokrasisinin yetkilerini genişletmeyi, işsizlere ve yabancılara her türlü sosyal hakları kısıtlamayı, ucuz iş gücünü teşvik etmeyi, kadınlara Çocuk-Mutfak-Kilise ideolojisi ve iktisadını dayatmayı, okullarda LGBTQ’ların alenen görünürlüğünü ve “Antifa” gibi antifaşist oluşumları terörist örgüt olarak yasaklayacağını ilk günden bağıra bağıra duyurdu. Polarizasyonun tayin edici kutbunu oluşturan, inisiyatifini belirleyen faşistler oldu. Aynı sistemin çarklarından beslenen, aynı sosyal tabana dayanmak isteyen diğer burjuva demokrat partiler, faşistlerin tüm bu taahhütlerinden ve duyurularından bolca kopya çekti. Öte yandan tüm bu partiler ile (bilhassa sosyal demokratların ve kısmen de eski Doğu Almanya’daki eski iktidar partisinin uzantısı olan SOL partinin etkisi altındaki) sendikalar ve büyük şirketler omuz omuza “aşırı sağa” karşı birlik ve beraberlik yemini ettiler.

BİR YOL AYRIMINDA

Oysa tüm bunlar artık hem çok geç hem de sorun ve dertlerin kaynağına parmak basmamakta. Başından beri bu faşist mezbeleye adıyla hitap etmeyip bilakis “popülizm” tanımlamasında ısrar edenlerin; kitlelerin sokağa dökülmesini engelleyip, sistemin dışına çıkmalarına engel olanların, burjuva demokrasisinin çek balans ayarına methiye düzenlerin, “merak etmeyin! 1930’lar bir daha yaşanmaz” diye mezarlıktan geçerken ıslık çalanların, artık bir kez daha çalım atmaları mümkün gözükmüyor.

Alman kapitalizminin ideolojik yol göstericilerinden biri olan Der Spiegel dergisi geçtiğimiz haftalarda zorunlu olarak, kapağında Trump, Le Pen ve AfD’nin Tühringen Başbakan adayı (yoksa ileride de Şansölye adayı mı?) Björn Höcke’yi resmedip, “Faşizmin Başlangıcı” manşetiyle noktayı koydu.

Fakat bu bile çok geç. Zira, Avakian’ın dediği gibi “bir egemenlik biçimi olarak, faşizm burjuva demokrasisinin özü ile biçimi arasındaki çelişkiyi çözer, burjuva diktatörlüğünü olanca çıplaklığı ile uygulamaya koyar.” Ve tarihi olarak ispat edilmiştir ki, faşizm, sandıkla gelir ama katiyen sandıkla gitmez.

Dün, 1 Eylül 2024’te (Nazi Almanya’sının Polonya’ya saldırmasıyla başlayan İkinci Dünya Savaşı’nın 85. yıldönümünde) Tühringen ve Sachsen’de yaşananlar, bilinen, alışık olunan haliyle, 1945 sonrası burjuva liberal Almanya açısından sonun başlangıcı mı? Federal hükümetin koalisyon ortakları şimdiden ilk tepkilerini vermeye başladılar bile. Yeşillerin önde gelenlerinden Federal Parlamento’nun Başkan Yardımcısı Katrin Göring Eckardt’ın paylaştığı twitte göre, “Thüringen'deki seçimler bu ülkede demokratik bir dönüm noktası. Höcke-AfD, Federal Almanya Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir eyalet parlamentosundaki en güçlü aşırı sağcı, anti-demokratik parti konumunda.” Göring Eckardt’ın tumturaklı sözleri çıkartılınca geriye, altını çizdiğim “dönüm noktası” kalmakta. Liberallerin (FDP) başkan yardımcısı Wolfgang Kubicki ise çok daha net ifadelerle şimdiden gemiyi terk etme çağrısı yapmakta: “Seçim sonuçları gösteriyor ki: Koalisyon meşruiyetini kaybetmiştir. Eğer seçmenlerin önemli bir kısmı bu şekilde destek vermeyi reddederse, bunun sonuçları olacaktır. İnsanlar bu koalisyonun ülkeye zarar verdiği izlenimine sahip. Ve bu kesinlikle Hür Demokrat Parti'ye zarar vermekte.”

Berlin semalarında şimdi günah çıkartma ayinleri yapıladursun, Thüringen seçiminin kazananı, “iktidara geldiğimizin ertesi günü 200.000 yabancıyı derhal deport edeceğiz” diye tamtam tam çalıyor.

Führer Björn Höcke, 31 Ağustos, cumartesi günü partisinin Erfurt’ta düzenlediği mitingde, “eşit paylaşıma karşıyız. Paylaşım sadece Alman’dan Alman’a olmalı” demekle kalmayıp,” Nasyonal Sosyalist bir dille, “Doğu Almanya haksız bir rejimdi. Ama en azından sosyal devletin, güvenliğin olduğu Almanın Alman’la komşuluk yaptığı bir ülkeydi” diye gönlünde yatan “vatanı” adeta sermayeye tarif ediyordu.

Gözlerim ve kulaklarımla Höcke’yi takip ederken, birden beynimin içinde İkinci Dünya Savaşı yıllarında Sovyetler Birliği’nin Dışişleri Bakanlığı’nı yapmış Molotov’un sözleri yankılandı: “Faşizm burjuvazinin keyfine kalmış bir tercihtir.”

Almanya, süratle yol ayrımındaki tercihe yaklaşmakta…