Google Play Store
App Store

12 Eylül edebiyatı yalnızca politik romanlarda değil; şiirlerde, öykülerde, kadınların suskunluklarında, gençlerin yarım kalmış düşlerinde ve gündelik hayatın sessizliklerinde de karşımıza çıkar.

12 Eylül'ün hafızası: Sessizlikten uğultuya

Hülya ÖZTÜRK

“Koyu bir sessizliğe uyandık o sabah. Kalemler postallı ayakların altında ezik, kitaplar alev alev. Bir zaman sonra alevlerin gölgesi düştü sessizliğin koyuluğuna, saatler içinde yükselen uğultu hâlâ edebiyatın belleğinde.”

Bu betimleme, 12 Eylül’ün yalnızca siyasi hayatı değil, toplumun hafızasını ve edebiyatını da hedef alan karanlığını özetler. Şüphesiz postallı ayaklar bazı şeyleri hesap edemediler. İşkencehanelerde yazılan mektuplar, parmaklıkların ardında tutulan günlükler, parçalanmış hayatların romanlara ve şiirlere sızan kırıkları, toplumsal belleğin hem tanığı hem de taşıyıcısı olmayı sürdürdü.

TRAVMA VE BELLEK

12 Eylül’ün en kalıcı miraslarından biri travmaydı. Çoğu zaman bu travma, sessizlik, yarım bırakılmış cümleler ve kesintiye uğramış hayatlar olarak edebiyata sızdı. Toplumun yaşadığı kayıplar çoğu kez görünmez kılındı; fakat edebiyat, bu suskunlukların ardında saklanan yarıkları açığa çıkaran bir alan oldu.

Nurdan Gürbilek bu görünmezliği şu sözlerle dile getirir:

“Vitrinler hep bir bolluğa işaret eder… Toplum vitrine dönüştüğünde de bütün yaşantılar, yitirilen fırsatlar ve sarf edilen emek bir imajdan ibaret kalır.”

Bu tespit, toplumsal yaraların nasıl örtbas edilmeye çalışıldığını; buna karşılık edebiyatın, gizlenen kayıpları ifşa ederek belleğe kazıdığını gösterir.

Bireysel travma anlatılarının yanı sıra, toplumsal umutsuzluğu gündelik hayata taşıyan metinler de vardır. Adalet Ağaoğlu’nun Üç Beş Kişi romanı, travmanın insanların ruhuna nasıl sindiğini ve gündelik yaşama nasıl yerleştiğini yalın ama derin bir dille gösterir:

“Hem sürekli unutulmak, hem sürekli göz önünde tutulmak. En kötüsü bu.”

Bir başka yerde ise şöyle der:

“İnsanın, yaşamında, hoşnut edilmeye değer üç beş kişinin kalmış olması az şey midir?”

Bu ifadeler, darbe sonrası kopan bağların ve aidiyet özleminin bireylerde bıraktığı yaraları görünür kılar. Ağaoğlu’nun anlatısı, bireysel duygular üzerinden toplumsal belleğin inşasını yansıtır.

Benzer biçimde Pınar Kür’ün Bir Deli Ağaç romanı, darbe sonrası atmosferi bireylerin iç dünyasındaki kırılma12 Eylül'ün hafızası: Sessizlikten uğultuya 12 Eylül edebiyatı yalnızca politik romanlarda değil; şiirlerde, öykülerde, kadınların suskunluklarında, gençlerin yarım kalmış düşlerinde ve gündelik hayatın sessizliklerinde de karşımıza çıkar lar üzerinden işler. Kür’ün karakterleri, travmanın boğucu yükünü şu sözlerle dile getirir:

“Yaşam, üstüme kapatılmış ağır bir kapı gibi; ardında kalanları göremiyorum artık.”

“İnsanın içine külçe gibi oturan, soluk daraltan bir hüzünle çöküyordu akşam.”

“Korkulu bir düşten – herhangi bir düşten – uyanmayalı yıllar var. Gene de ne zaman gözlerimi karanlığa açsam paniğe kapılıyorum.”

Bu satırlar, travmayı yalnızca düşünsel değil, bedensel bir baskı olarak da yansıtır. Yaşamın en sıradan anları bile kabusa dönüşür; birey, gündelik karanlıkla birlikte ruhunun kuşatıldığını hisseder.

Oya Baydar’ın Kayıp Söz’ündeki şu tespit ise bu tabloya başka bir boyut ekler:

“Uğultuyu, fısıltıyı, bağırışı, konuşmayı, müziği, doğanın sesini, sessizliğini duyarsınız, ama çığlığı duymazsınız.”

Baydar’ın bu sözü, travmanın merkezindeki duyulamayanı işaret eder; acı çığlığa vardığında ses kesilir. Edebiyat, çığlığı işitilir kılamaz; fakat bu işitilemeyişin izini sürer, bıraktığı boşluğu görünür kılar.

Sonuçta, Ağaoğlu’nun sessiz kuşatması, Kür’ün içsel sıkışmışlığı ve Baydar’ın duyulamayan çığlık vurgusu birleşir: Toplumsal bellek bireysel yaşantılarla yeniden kurulur, ama aynı anda susturulmak istenir. Ve bireyin yalnızlığındaki sessizlik, toplumun belleğinde yankılanan en güçlü çığlıktır.

Bireysel bedenlerde ve ruhlarda açılan yaralar edebiyatın satırlarına kazınırken; bu yaraların toplumsal düzeyde nasıl bir belleğe dönüştüğünü anlamak için farklı anlatılara bakmak gerekir.

TOPLUMSAL BELLEĞİN İNŞASI

Resmî tarih unutmayı dayatsa da edebiyat, belleğin kapılarını araladı. 12 Eylül’ün hafızası, yasaklanan kitapların gölgesinde değil, yazılmaya devam eden satırların arasına sinmiş izlerde yaşamayı sürdürdü. Oya Baydar’ın Kayıp Söz’ünde bu çığlık, bireyin şiddetle yüzleştiği anın travmasını dile getirir:

“Bir çığlığın peşine takılıp uzaklara gittim. Duyduğum sesin, şiddetten doğan acının sesi olduğunu bilmiyordum, öğrendim.”

Bu satırlar, bireysel deneyimin ağırlığını açığa çıkarırken, aynı zamanda darbenin kişisel yaşamları nasıl derinden dönüştürdüğünü de yansıtır.

Nurdan Gürbilek ise belleğin başka bir yüzüne dikkat çeker:

“Sonuçta 80’lerin Türkçeye kazandırdığı en önemli sözcüklerden biriydi özel hayat… 80’lerin gerçekleştirdiği buydu.”

Gürbilek’in tespiti, toplumsal belleğin kamusal alandan çekilerek özel hayata sıkıştırıldığını gösterir

Bu bireysel ve özel alan vurgularının ötesinde, Bilge Karasu’nun Gece romanı travmanın toplumsal boyutunu simgesel bir dille kurar:

“Gece yavaş yavaş geliyor. İniyor. Çukur yerlere dolmaya başladı bile... Dil bu karanlığın içinde yaşayabilirmiş gibi görünen tek şey olacak.”

Ve devamında:

Karanlığın gerçekliğe benzer tek yanı, konuşulabilmesi olacak. İki kişi arasında. İki duvar arasında...”

Karasu’nun bu sözleri, devletin dayattığı karanlık ve suskunluk ortamında bile dilin -yazının- toplumsal belleği koruyan bir alan yarattığını ortaya koyar.

Baydar, duyulamayan çığlığın izini işaret eder; Gürbilek, belleğin özel hayata itilmesini görünür kılar; Karasu ise dilin karanlıkta inşa ettiği direniş mekânını simgeler. Birlikte düşünüldüklerinde, 12 Eylül’ün belleği hem bireysel hem kolektif düzeyde, hem içsel hem de toplumsal atmosferde yaşamaya devam eder. Edebiyat, işte bu yüzden, unutuşa karşı en güçlü hafıza mekânıdır.

KUŞAKLARARASI ANLATI

12 Eylül yalnızca o dönemi yaşayanların değil, sonraki kuşakların da belleğine gölge düşürdü. Travmanın mirası, anne babalarının suskunluğunu devralan genç yazarların eserlerinde yeniden görünür oldu. Latife Tekin’in Berci Kristin Çöp Masalları bu açıdan çarpıcıdır. Gecekondu yaşamını masalsı bir dille anlatırken, aslında darbenin ardından toplumda derinleşen yoksulluğun, kırılmanın ve dayanışma arayışının izlerini taşır:

“Bir gün çöplerden kurulan evlerin üstüne büyük bir sessizlik çöktü; o sessizlikten yeni hikâyeler doğdu.”

Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ı ise darbe sonrası toplumsal yabancılaşmayı alegorik bir biçimde dile getirir:

“İnsan, kendi yüzünü yitirdiğinde bütün şehrin karanlığına karışır.”

Bu anlatılar, travmanın kuşaklar boyunca yeniden tartışmaya açıldığını gösterir. Nurdan Gürbilek’in ifadesiyle:

“Acıyı vitrine çıkaran her zaman öteki olmayabilir. Acı çekenlerin kendileri de artık yaşadıklarını seyirlik kılabiliyor.”

Travma böylece yalnızca aktarılmakla kalmaz, sonraki kuşakların anlatılarında yeniden biçimlenir.

Sürekliliğin en çarpıcı tanıklarından biri, cezaevinde şiirlerini kaleme alan Nevzat Çelik’tir. İlk kitabı Şafak Türküsü’ndeki dizeler, hem bedensel hem ruhsal bir iz bırakır:

“sen giderken / parmaklıklara gömerek alnımı… ömrünce taşıyacağın bir çift göz…”

Bu satırlar, bireyin bedeninde açılan yaranın yanı sıra belleğe kazınan sessiz acının da ifadesidir. Sessizliğin kökeni yalnızca 12 Eylül’le sınırlı değildir; izleri 12 Mart’a kadar uzanır. O dönemin travmasını en sarsıcı biçimde dile getiren eserlerden biri, Erdal Öz’ün Yaralısın romanıdır. İşkence görmüş bir gencin sesiyle yazılan bu anlatı, bireysel yaralanmayı kolektif hafızaya taşır:

“Çırılçıplak kalıyorsun. Üstelik donun… Utanç içindesin. Ama her şey o kadar senin dışında ki... Öbür küçük odada inen ilk yumruklarla donuna kirletmen... içindeki bulantıyla karışıp utancı da örten bir iğrençlik, bir çirkinlik tablosu oluvermiş.”

Burada dile getirilen 12 Mart’ın beden ve ruh üzerindeki derin izleri, 12 Eylül’ün şiirlerinde ve romanlarında yankılanmaya devam etmiş, darbeler arasındaki süreklilik de edebiyatın belleğinde yerini almıştır. Anlatılan yalnızca bireysel acılar değildir; her müdahale, bir öncekinden izler taşıyarak benzer yaraları yeniden üretmiştir.

Sürekliliğin kuşaklararası boyutunu en çarpıcı biçimde görünür kılan eserlerden biri Erendiz Atasü’nün Dağın Öteki Yüzü’dür. Roman doğrudan 12 Eylül’ü anlatmaz; ancak Cumhuriyet’in kuruluşundan 1980’lere uzanan üç kuşağın hikâyesinde, darbenin izi kadınların suskunlukları ve içsel sorgulamaları aracılığıyla belirginleşir. Atasü’nün şu cümlesi, geçmişle gelecek arasındaki zinciri açıkça dile getirir:

“Geçmişi yadsımakla, geleceği kurmak olanaksızdı.”

Böylece Tekin’in yoksulluğun belleğini, Pamuk’un yabancılaşmanın belleğini, Gürbilek’in “seyirlik acı” tespitini, Çelik’in bedensel tanıklığını ve Öz’ün 12 Mart travmasını tamamlayan Atasü, belleğin kuşaklar boyunca nasıl dönüştüğünü ve aktarıldığını gösterir. 12 Eylül yalnızca yaşanmış bir tarih değil, kuşaktan kuşağa devreden bir hafıza zinciridir. Türkiye’de ardı ardına gelen darbeler bu zinciri koparmak yerine belleğin katmanlarını derinleştirmiş ve edebiyatı travmanın sürekliliğini kayda geçiren en güçlü tanık haline getirmiştir.

SONUÇ

12 Eylül edebiyatı yalnızca politik romanlarda değil; şiirlerde, öykülerde, kadınların suskunluklarında, gençlerin yarım kalmış düşlerinde ve gündelik hayatın sessizliklerinde de karşımıza çıkar. Postalların altında ezilen kalemler, ateşe atılan kitaplar unutulmak istendi; fakat edebiyat hapishanelerde, sürgünlerde ve yeraltında kendine yeni bir dil kurdu. Bu dil, travmayı aktarmakla kalmadı; toplumsal belleği taşıdı, kuşaklar boyunca yeniden üretti ve darbelerin kesintiye uğratamadığı bir hafıza zinciri oluşturdu.

Bugün hâlâ romanların satırlarında, şiirlerin dizelerinde ve genç kuşakların kalemlerinde 12 Eylül’ün gölgesi hissediliyorsa, bu edebiyatın belleğinin kalıcılığını gösterir. Bellek kimi zaman bir çığlık, kimi zaman bir fısıltı olarak çıkar karşımıza; ama edebiyat, ikisini de geleceğe taşıyan direnişin dili olmayı sürdürür. Koyu bir sessizlikle başlayan o sabah, edebiyatın belleğinde uğultuya dönüşmüş ve hâlâ yankılanmaktadır.

Kaynaklar / Kitaplar

Adalet Ağaoğlu – Üç Beş Kişi (1984)

Erendiz Atasü – Dağın Öteki Yüzü (1985)

Oya Baydar – Kayıp Söz (2007) 

Nevzat Çelik – Şafak Türküsü (1984)

Nurdan Gürbilek – Vitrinde Yaşamak (1992)

Bilge Karasu – Gece (1985)

Pınar Kür – Bir Deli Ağaç (1981)

Erdal Öz – Yaralısın (1974, 12 Mart bağlamı) Orhan Pamuk – Kara Kitap (1990)

Latife Tekin – Berci Kristin Çöp Masalları (1984)