1864 Çerkes Soykırımı’nı hatırlamak
Elbruz AKSOY*
"Geçmiş asla ölü değildir, hatta geçmiş bile değildir" diyen William Faulkner’ı haklı çıkarırcasına, üzerinden 160 yıl geçse de, 1864 Çerkes Soykırımı’ndan kurtulanların torunları soykırımı unutmuyor, onu sadece 21 Mayıslarda da değil, hayatın bir çok anında hatırlayıp yeniden üretmeye devam ediyor. Büyük felaket Çerkesler için sadece geçmişte kalmış bir hatıra değil, binlerce yıllık tarihlerinde yaşanmış en acı tecrübe. Ve bu tecrübe, Rus arşivinden çıkan yeni bir askeri evrakla, bazen savaştan dönmeyen sevgiliye yazılmış bir mektupla, bir İtalyan doktorun sürgünde ölenleri kaydettiği hatıratıyla, bir seyyahın çektiği isimsiz eski bir fotoğrafla ya da yaşlı bir kadının vefatından önce anlattığı hikayesi ile yeniden üretilerek Çerkes hafızasının bir parçası oluyor.
1864 Çerkes Soykırımını anlamaya çalışmaz, hatırlama pratikleri geliştirmezsek dün Bosna’da, Ruanda’da, ve bugün Ukrayna ve Gazze’de yaşanan vahşeti anlayamaz, aralarındaki benzerliği bulmaz ve soykırımların tekrarlanmasına sebep oluruz.
Nasıl ki 1995 Srebrenitsa Soykırımı bir günde yaşanmış katliamlardan ibaret değildi, 1864 Soykırımı da bir günde yaşanmamıştı. Bosna’da Boşnakların öldürüldüğü tek yer ne Srebrenitsa’dır ne de öldürüldüğü tek zaman dilimi 1995’tir, Çerkesya’da da benzer bir durum söz konusudur ve işgalin etnik temizliğe evrildiği 1763-1864 arası dönem için Çerkes Soykırımı ifadesi kullanılır.
Çerkeslerin başına gelen insanlık suçunun soykırım olarak tanınıp tanınmaması devletler hukukunu ilgilendiren bir mesele olsa da, soykırımın 2000’lerden itibaren giderek artan bir seviyede dünya kamuoyuna taşınmasıyla birlikte, soykırım reddiyesi denen görüşler Çerkeslerin bu felaketi konuşmamaları ya da farklı adlandırmaları tezi üzerinden ortaya atılmıştır.
Oysa bu reddiyenin esas sebebi ‘tramva ile mücadele’ olarak adlandırabileceğimiz, soykırım olmamış gibi davranma pratikleridir ki sadece Çerkeslerde değil, travmatize olmuş toplumların bir çoğunda acı ile mücadele edebilmekte kullanılan en yaygın reflekslerinden biridir. ‘Cenazeyi her gün hatırlarsan hayata dönemezsin!’ diyen yaşlı Çerkes gibi hayatta kalabilmek için travmayı yaşayan kuşak o korkunç döneme dair hatıraları dondurma ve gururuna yediremeyip reddetme eğiliminde olabilir, bu Çerkes Soykırımının olmadığının göstergesi değildir.
Soykırım ve vatanlarından sürülme gibi kırılmaların yaşandığı olaylar, mağdur halklara varoluşsal tehditlerdir ve toplum olma kimliklerini yüzyıllar sonra bile etkilemeye devam edebilir. Soykırımın faili olan devlet de kaçınmaya çalıştığı ahlaki ve hukuki bir büyük sorumluluğu üzerlerinde taşır. Fail devlet, soykırıma uğrattığı halktan devşirdiği kanaat önderleri, yazar, tarihçi, sanatçı başta olmak üzere tüm kullanışlı kişi ve kurumlarıyla soykırım reddiyesini harlar. Fail, soykırımını unutturmak ve suçu başka devletlerin üzerine atmak için eserler yazdırıp, filmler bile çektirebilir. Rusya’nın soykırım reddiyesi de Çerkeslerin Osmanlı Devleti ve İngiltere tarafından kışkırtıldığı, imamlar, paşalar ve seyyahların savaş çığırtaklığı yaptığı, bu yüzden Çerkeslerin vatanlarından sürüldüğü tezlerini Çarlık, Sovyetler ve Rusya Federasyonu dönemlerinde öne sürmüştür. Elie Wiesel’in ‘inkar soykırımın son aşamasıdır.’ dediği süreç tam da buna hizmet etmektedir. Rusya her ne kadar Çerkesler arasında kendi tezini destekleyecek kişi ve kurumlara alan açsa da, artan sayıda Rus tarihçi, yazar ve sanatçıların soykırım gerçeği ile yüzleştiği de bir gerçektir. ‘Çerkesler bizden nefret ediyor. Çünkü onları yaylalarından attık, köylerini yaktık ve kabileleri toptan yok ettik!’ diyen Puşkin’den sonra, Rus Tarihçi Yakov Gordin’in de ‘…Soykırım yapılmış, nereye kadar inkâr edilebilir? Her şey yolundaymış gibi yapılabilir belki ama bu saçma bir tutum olur…’ şeklindeki demeci önemlidir.
Çerkesler açısından 1864, yaşamın doğal akışını tamamen altüst eden bir kırılmanın tarihidir. Soykırımda bir milyondan fazla Çerkes öldürülür, 1.2 milyonu vatanlarından sürülür. Felaket sonucunda Çerkesya dünya siyasi haritasından silinir. Çerkesler 1864’ü anlama ve anma fırsatı bulamadan kendilerini yeni vatandaşı oldukları bir devletin bitmeyen savaşlarında çarpışırken bulur. Çerkeslerin çoğu Osmanlı Devleti’nin güçlenmesinin onlara Çerkesya’nın kapısını açacağı inancıyla bu çatışmalara dahil olur, fakat Osmanlı Devleti de yıkılır. Henüz soykırım tanımlarının yapılmadığı zamanlarda Çerkesler adına soykırım demeseler de hafızalarında yer etmiş olan katliamları, köy ve kasabaların yakılması gibi olayları konuşmaktan hicab eder. Srebrenitsa’ya kadar soykırımın en karanlık yüzü olan ‘savaş esirlerine tecavüz edilmesi’ gerçeğini akıllarına bile getirmek istemez. Bosna, Ukrayna ve Gazze’de şehirlerin yerler bir edildiğini, canlı yayında etnik temizlik yapıldığını gördüğünde 1864’te Kafkasya’da neler yaşanmış olabileceğini tekrar düşünür.
Çerkes Soykırımı üzerine hafıza çalışmaları yapmak için soykırım sonrası 5. kuşağın kendilerine önceki kuşaklar tarafından anlatılardan yola çıkarak inşa ettiği boşluklarla dolu post-bellek kavramını kullanmak gerekir. Hafızanın miras olarak aktarıldığı kuşak, bu mirası yeniden-inşaya girişerek hikâyeler, anlatılar, yorumlar ve talepler ile iç içe geçerek başka türden bir hatırlamanın gerçekleşmesine neden olur. Soykırım hatırasıyla başa çıkmaya çalışan günümüz Çerkesleri, başka halkların yaşadığı soykırımları irdeleyerek geçmişle yüzleşme stratejisi geliştirip, kendilerine miras kalan hafızayı da bütünselleştirerek yaşananlara bir anlam verme çabasındadır.
1864’te yaşananlar, Çerkeslerden kalan kültür, dil, medeniyet, şehirler, kasabalar, kısacası bir zamanlar onların Çerkesya’da yaşamış olduğuna dair tüm izler de yok etti. Bu satırlarının yazarının teyzesi Huaj Güzin Acar’ın da en büyük hayali Çerkesya’ya gidebilmekti, amansız bir hastalık onu bizden kopardı. Onu ne zaman düşünsem soykırımı, sürgünü ve yarım kalmış olmayı hatırlıyor, bu söyleşiyi de ona ithaf etmek istiyorum.
Soykırımların son bulması dileğiyle.
*Araştırmacı-yazar