Türk Devrimi bir aydınlanma dönemidir; bir toplumun aydınlanması eğitim, bilim ve sanat ile olur; işte partinin karanlık elleri de 1946 yılı ardından parti içinde söz sahibi olduktan sonra, ilk bu cephelere saldıracaktır.

1946 yılından Cumhuriyetimizin 100. yılına bir bakış

Olcay Taşlı

1946 yılı Türk Devrimi’nde bir kırılma ânıdır. 2. Dünya Savaşı ardından başlayan soğuk savaşta, Batı bloğunun bir parçası olmaya karar vermiştik. Ayrıca partinin sağ kanadı 1946 yılında gerçekleşen seçimin ardından, artık partide söz sahibidir; işte şimdi Türk Devrimi’nin bu kırılma ânına ışık tutalım.

Türk Devrimi bir aydınlanma dönemidir; bir toplumun aydınlanması eğitim, bilim ve sanat ile olur; işte partinin karanlık elleri de 1946 yılı ardından parti içinde söz sahibi olduktan sonra, ilk bu cephelere saldıracaktır.

Hedefte öncelikle eğitim vardır. 35.000 öğretmensiz köy okullarına öğretmen yetiştirmek için Köy Enstitüleri açılmıştı. Fakat 1946 yılı seçimlerinin ardından Milli Eğitim Bakanı olanı Reşat Şemsettin Sirer’in ilk icraatı, Köy Enstitülerinin kurucusu olan İsmail Hakkı Tonguç’u İlköğretim Müdürlüğünden uzaklaştırmak ve Köy Enstitülerini işlevsizleştirmek olacaktır.
Sirer, bu işlevsizleştirme sürecine itiraz eden Tonguç’a şu sözlerle haykıracaktır:
“Senin, çoluk çocuğunla birlikte belini kıracağım.”

Evet, Sirer hem Köy Enstitülerinin hem de Anadolu aydınlanmasının belini kırmayı başaracaktır. 1946 yılından sonra, sanata ve sanatçıya da birçok zorluk çıkarılmıştır. Bu durumu bir örnek ile açıklayayım:

1933 yılında sergi evi olarak tasarlanan Büyük Tiyatro, 1948’de Mimar Paul Bonatz’ın çalışmalarıyla opera sahnesine dönüştürülecektir. Mimar Bonatz, operanın kapısından girer girmez karşısındaki kapıların üzerinde bulunan üç pano için, daha önce bir sergide gördüğü Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Kız Kaçırma adlı eserinin yapılmasını ister. Bonatz, bu fikrini Eyüboğlu’na açar, Eyüboğlu bu tekliften memnun kalır ve kabul eder. Eyüboğlu, panolara yapılacak tablolar için birçok eskiz yaparak mimarın beğenisine sunar; mimar tarafından seçilen eskizleri, panoya aktarmak için Ankara’ya gider ve gece yarılarına kadar çalışır. Buraya kadar her şey olması gerektiği gibidir; ama pano çizimi bitmek üzereyken özellikle bir pano müstehcen bulunur, sonra olanları Eyüboğlu’ndan dinleyelim:

“Tam ürün alacağım günlerde bana ne deseler beğenirsin?

-Sen gel bu kız kaçırma motifinden vazgeç. Buraya tiyatroyu temsil eden figürler çiz!
Aman! Ben bu motife senelerce çalıştım. Sonra işi tezgâhladım. Size şıp diye başka bir şey yapamam ki.

Ama bu buraya gitmiyor.

Kim söylemiş?

Mimar! Beğenmiyor.

Nasıl olur. Büyük kartonlar yaptım. Gördü, beğendi. Üç gündür doğrudan doğruya duvara işliyordum.

Sen bu motifleri aşağıda kahveye yap. Sana bin beş yüz yerine, üç bin verelim.
Sağ ol, ama ben bu işi bitireceğim.”

Ardından Eyüboğlu’na orta panoyu değiştirmezse üç panoya badana çekeceklerini ve para da alamayacağı tehdidini savururlar. Eyüboğlu boyun eğmek zorunda kalır; bir başka deyişle Ankara’da artık sanat ve sanatçı özgür değildir.

Belki de bunların arasında en acı olan, bilimin özgürlüğüne getirilen sınırlamadır. Halbuki Atatürk’ün ana hedefi, kendi döneminde fikirlerin özgürce tartışıldığı, bilimin üretildiği bir kültür ortamı oluşturmaktı; fakat 1947 yılında her şey altüst olacaktır. 29 Ocak 1947’de İçişleri Bakanı Şükrü Sökmensüer’in bir konuşmasında Tan, Yurt ve Dünya, Adımlar adlı dergilerin (Bu yayınlarda Sertel’ler ile birlikte Niyazi Berkes, Behice Boran ve Pertev Naili Boratav yazmaktaydı) TKP kontrolünde çıktıklarını iddia eder. İddialar bununla da bitmez; Sertel’lerin ve onlara yakın olan Tevfik Rüştü Aras’ın DP’lilerle ve Mareşal Fevzi Çakmak’la olan siyasi bağlarını anlatır (Bu dönemde Fevzi Çakmak artık CHP’ye muhalif bir durumdadır). İşte bu konuşma ileride bilim özgürlüğünü vurulacak saldırıların dayanak noktasını oluşturacaktır. Bu kez Çakmak 5 Şubat’ta verdiği demeçle ortalığı karıştıracaktır.

Çakmak’a göre CHP iktidarının Milli Eğitim eski Bakanı komünistleri himaye etmiştir. Bunun üzerine Milli Eğitim eski Bakanı Hasan Ali Yücel Ulus gazetesinde bir mektup yayımlayarak Çakmak’a kendisini mi kastettiğini soracaktır. 

Artık bir yay gibi gergindir, siyasi hayat Ankara’da. 5 Mart 1947’de Pertev Naili Boratav DTCF’de bir konferans verecektir; fakat salonu dolduran bir grup bu konuşmanın gerçekleşmemesi için her şey yapmaya hazırdır. Rektör Şevket Aziz Kansu’nun çabasıyla konferans ertelenir. Ertesi gün bir grup üniversitede, solcu hoca ve öğrencilerin kovulmasını isteyen bir eylem gerçekleştirir, grup üniversiteden Ulus’a doğru yürürken Marko Paşa ve 24 Saat nüshalarını yırtarlar. İşte tam bu günlerde üniversite üzerine baskılar artar. Bu baskılar sonucunda Ankara Üniversitesi hocalarından, Pertev Naili Boratav, Behice Boran ve Niyazi Berkes hakkında “ Yabancı ideolojileri yayarak Türk gençliğine zehir saçmak isnadıyla” soruşturma açılır. 1947 yılında Rektör Şevket Aziz Kansu’nun odasına giren gençlerin şiddetli bir saldırısının ardından Rektör’e zorla istifa mektubu imzalatılır. Rektör linç tehlikesi atlatır ama asıl linç bilime yapılmıştır. 1947 yılının son ayı ile 1948 yılının Temmuz ayları arasında yani bugünden tam 75 yıl önce Pertev Naili Boratav, Behice Boran, Niyazi Berkes, Muzaffer Şerif Başoğlu’nun üniversiteden tasfiyesi ile son bulacak olaylar silsilesi ile artık bilim özgürlüğünü kaybedecektir.

75 yıl önce eğitime, sanata ve bilime uygulanmaya başlanan kuşatma, 2002 yılından itibaren artarak günümüze kadar devam etmiştir. Bugün Meclis›in açılışının 103. yıldönümü. Cumhuriyetimizin 100. yılına doğru giderken bu tarih büyük önem taşıyor. Meclis’in işlevsiz hale geldiği günleri yaşıyoruz. İşte önümüzdeki seçim sadece Cumhuriyet’imizin 100. yılı olması açısından değil, aynı zamanda gericiliğin eğitime, sanata ve bilime uyguladığı bu karanlık kuşatmayı aşmak açısından da önem arz etmektedir.