Google Play Store
App Store

Yıllardan 1968'di ve tüm dünya kaynıyordu. Paris'ten başlayan yangın kısa sürede tüm Avrupa'yı sarıyordu. Öğrenciler ayaklanmış; işçiler genel greve gitmişti. Tüm bunlar yaşanırken, öbür tarafta da yılın başında yaşanan Prag Baharı havayı önce yumuşatmış; ardından Ağustos'ta iklim tank paletlerinin marifetiyle kışa çalmıştı. Yeryüzünün birçok noktası kaynarken, Meksika'nın süt liman olması beklenemezdi.

Bir poster, iki yumruk, üç insan!

İnsanlık için sıkılan yumruklar!

Spor tarihinin belki de en etkileyici karesi... Bir madalya töreni sırasında sıkılmış iki sımsıkı yumruk havada. İki siyah atlet kardeşlerinin öfkesini dile getiriyor, başkaldırı canlı yayında tüm dünyaya aktarılıyordu. Yıllardan isyan, yerlerden Olimpiyat'tı...

16 Ekim 1968'deki unutulmaz 200 metre yarışında Amerikalı atletler Tommie Smith birinci, John Carlos üçüncü olmuş, gümüşse Avustralyalı Peter Norman'a gitmişti. Madalya seremonisine kadar her şey normaldi. O andan itibaren gerisi tarih!

Amerikan Millî Marşı çalınmaya başladığında, siyahi atletler yumruklarını sıkıp göğe kaldırdılar. Smith’in sağ, Carlos’un sol eli havadaydı. Yumruklarındaki siyah eldiven dikkat çekiyordu. Sağ yumruk Siyah Amerika’nın gücünü, sol yumruk Siyah Amerika’nın birliğini, Smith’in boynundaki siyah atkı da siyahların gururunu temsil ediyordu. Carlos’un fermuarı iliklenmemiş eşofman üstü, Amerikalı “mavi yakalı”larla dayanışmasını, boynundaki boncuklu kolye de “linç edilmiş, arkalarından dua bile edilmemiş” insanları simgeliyordu. Sadece çorapları vardı zira o çoraplar Amerika’daki siyahların yoksulluğunu betimliyordu. İkinci olan Norman da göğsüne Olympic Project for Human Rights’ın (İnsan Hakları için Olimpiyat Projesi) amblemini iliştirmişti. Avustralyalı atlet, yıllar sonra ülkesinin çıkaracağı Aborjin Olimpiyat şampiyonu Cathy Freeman'a da ilk destek verenlerden biri olacaktı.

Bu proje Harry Edwards adındaki bir sosyoloji öğrencisi tarafından geliştirilmiş ancak hayata geçmemişti. Hedeflenen Amerikan takımındaki siyah atletlerin Oyunlar’a katılmamasıydı. Fakat evdeki hesap çarşıya uymamıştı. Afrika'dan da beklenen destek gelmeyince boykot yapılamamıştı.

Genç sosyolog dünyadaki ırkçı ayrımcılığa ve spordaki ırkçılığa dikkat çekmek istiyordu. Bu projeye destek verenlerin çoğu siyah sporculardı. Harvard Üniversitesi'nin tamamen beyazlardan oluşan kürek takımı da inisiyatife dahil olmuştu.

Beyaz azınlık tarafından yönetilen Güney Afrika ve Rodezya'nın Olimpiyat Oyunları'na katılmamasını istiyorlar, Vietnam Savaşı'na katılmayı reddettiği için lisansı elinden alınan ve ağır sıklet şampiyonluk apoleti sökülen Muhammed Ali'ye unvanının iadesini, Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) Başkanı Avery Brundage'ın koltuğuna veda etmesini, daha çok siyah antrenörün Amerika'da çalışmasını talep ediyorlardı.

IOC, başta Meksika'ya davet ettiği Güney Afrika'ya, yoğun tepkiler üzerine Olimpiyat'a katılmasının mümkün olmadığını açılışa altı ay kala bildirmişti. Doğu Bloku ve Afrika Kıtası'ndaki ülkelerin tehditleri işe yaramıştı.

Boykota niyet, dünya rekoruna kısmet

200 metre elemeleri 15 Ekim'de start almıştı. Seçmelerde çok da kendilerini zorlamayan üçlü, çeyrek finallerle beraber gaza basıyor; Olimpiyat rekoru Amerikalılar arasında gidip geliyordu. Finalde adeta kanatlanan Smith, 19,83 saniyelik derecesiyle dünya rekoru kırarak zafere ulaşmıştı. O gün kötü bir gün geçiren vatandaşı Carlos, biraz geride kalmıştı. Hayatının yarışını koşan Avustralyalı atlet ise adını ülke tarihine yazdırmıştı.

200 metrede dünyanın en iyi derecesi sonradan beş defa daha geliştirildiyse de, Avustralya rekoru 56 yıldır aynı.

Yarıştan sonra atletler madalya seremonisini beklerken, Amerikalılar bir şeyi fark ediyordu. Carlos belki de heyecandan eldivenlerini Olimpiyat Köyü'nde unutmuştu. Avustralya'nın beyazların üstünlüğüne dayalı politikalarının muhalifi olan Norman'ın önerisiyle, Smith sol eldivenini Carlos'a vermiş; bugün duvarlarda poster olan o kare ortaya çıkmıştı.

Bir anda ortalık karışıyordu. IOC Başkanı Avery Brundage, bir zamanlar yönettiği Amerikan Ulusal Olimpiyat Komitesi'nden iki Amerikalı atletin derhal atılmasını adeta emretmişti. Ona göre doğası gereği apolitik olması gereken Oyunlar kirlenmişti. Bu talebin başta reddedilmesi karşısında deliye dönen spor yöneticisi, takımdaki tüm siyah sporcuları yarışmalardan men etmekle tehdit edince istediğini alıyordu. Smith ile Carlos uzaklaştırılmıştı.

Yıllarca önce ülke, ardından dünya sporunu yöneten Brundage'ın dediği olmuştu. Spor adamının özgeçmişinde yok yoktu! 1936 Berlin Olimpiyat Oyunları'nda diğer ülkelerin verdiği Nazi selamlarına sesini çıkarmamış; bayrak yarışında koşması beklenen iki Yahudi atlet Sam Stoller ile Marty Glickman'ın son anda takımdan çıkarılmasına önayak olmuştu. Kendisinin yaptıkları adeta yapacaklarının teminatı olacak, dört yıl sonra Münih'te İsrailli sporcu ve antrenörlerin öldürülmesinden sonra organizasyonun devamına da karar verecekti.

İkinci Dünya Savaşı sırasında tanınmış bir Nazi sempatizanı olarak nam salmış Brundage'a basın da arka çıkıyordu. Dünyaca ünlü Time dergisi Olimpiyat mottosu “daha hızlı, daha yüksek, daha güçlü”ye gönderme yapıyor, “daha kızgın, daha pis, daha çirkin” manşetini atıyordu.

Ülkeye dönüşlerinde dışlanan atletlere ölüm tehditleri yağmıştı. İkisi de şanslarını Amerikan futbolunda denemişlerdi. Smith NFL'de iki maçta sahne almış, Carlos ise bir diz sakatlığını müteakip Kanada'da kariyerine devam edebilmişti. Sahalara veda ettikten sonra Carlos, Los Angeles'ta düzenlenen 1984 Yaz Oyunları'nın organizasyon komitesinde görev yapmıştı.

“Biz anarşist değiliz. Ülkemizdeki eşitsizliğe ilgi çekmek zorunda olan iki bireydik” diyen Smith, otobiyografisinde verdiği selamın “siyah güç” için değil, insan hakları için olduğunu yazmış, Amerikan bayrağına karşı da bir nefret beslemediklerini vurgulamıştı. 2005'te öğrenciliklerini geçirdikleri San Jose Eyalet Üniversitesi tarafından onurlandırılan sporcular sonradan öğretim görevlisi olmuşlardı.

Asıl günah keçisi

Avustralya'nın ırkçılık kokan politikalarını da her fırsatta eleştiren, o ölümsüz karede göze çarpan tek beyaz olan Peter Norman da dışlanmıştı. Dört yıl sonra Münih'e götürülmeyen atlet, adeta kendi ülkesinde istenmeyen adam ilan edilmişti. Tesadüfe bakın ki o posterin Amerikalıların itibarı çok daha önceden iade edilmişti. Bir yardım yarışında aşil tendonundan ciddi bir şekilde sakatlanan sporcunun ayağı neredeyse kesilecekti.

Depresyona giren Norman, alkol batağına düşmüştü. Kullandığı ilaçlar ayrıca bağımlılık yaratmıştı. 3 Ekim 2006'da geçirdiği kalp krizinden kurtulamayan Norman, 64 yaşındaydı. Altı gün sonra düzenlenen cenazesine, spor tarihinin en büyük sivil itaatsizlik eylemini gerçekleştiren atletler de katılmıştı. Anma töreninde konuşan Smith ve Carlos, arkadaşlarının tabutunu taşımıştı.

2012'de Avustralya Parlamentosu resmî bir özür yayınlıyordu. Ötekiler için sızlayan vicdanıydı belki de kendisini feda etmesinin esbab-ı mucibesi. Başarılı atlet tanımadığı milyonlar için kendi topraklarında günah keçisi olmayı göze almıştı.

Norman'ın Smith ile Carlos'a verdiği destek için bedel ödediğine şiddetle karşı çıkan Avustralya Olimpiyat Komitesi ise atletlerini cezalandırmadıklarını, 1972'deki ülke şampiyonasında üçüncü olduğu için Münih'e yollanmadığını açıklıyordu. 20,06'lık derecesi kendi topraklarında düzenlenen 2000 Sidney Olimpiyat Oyunları'nda bile altın kazandırıyordu. Onun çok da bilinmeyen hazin öyküsü aslında bize çok şey anlatıyor ya neyse...

Belgesellere, şarkılara konu olan o an, dünyanın değişik köşelerindeki anıtlarla yaşatılıyor. Hattâ o belgesellerden 2008 tarihli Salute (Selam) Avustralyalı atletin yeğeni Matt Norman tarafından yazılıp yönetilmişti.

Smith ile Carlos'a gelince...

Başta büyük tepki çeken bu iki cesur Amerikalı, yıllar sonra sonra sayısız ödülle mükâfatlandırılmış, heykelleri bile dikilmişti. Eğer Edwards'ın projesi hayata geçirilse, sadece boykotçular arasında anılacaklardı. Onun yerine Martin Luther King’in vurulmasından aylar sonra tüm dünyanın gözleri önünde madalyalar boyunlarında, yumruklar havada, spor tarihinin en olağanüstü karelerinden birinde yerlerini aldılar; sadece onurlarıyla var oldular. 9 Ekim 2006'da da arkadaşlarının tabutunu taşıdılar.

O posterden geriye iki siyah yumruk kaldı.

Spor sadece spordur mu demiştiniz...

Baş eğerek meydan okumak

Aynı Olimpiyat, dünyanın diğer tarafının da kaynadığını canlı yayında göstermişti. Çekoslovak bir jimnastikçi madalya töreninde çalınan Sovyetler Birliği Milli Marşı sırasında başını eğerek adeta bir Bloka meydan okuyordu.

Aslında her şey Çekoslovakya Devlet Başkanı Alexander Dubçek'in estirdiği bahar havasıyla başlamıştı. Onun reformları Varşova Paktı üyelerini rahatsız ediyordu. İşte diğer devletler Kafka'nın kentini işgal edince, olaylar gelişmişti. Sovyet tankları şehirde cirit atmıştı.

Prag Baharı sırasında Ludvik Vaculik tarafından hazırlanan İkibin Söz manifestosuna imza atanlardan biriydi Vera Caslavska. İşgalden sonra tutuklanmaktan korkmuş, bir köyde saklanmıştı. 1964 Olimpiyat Oyunları'nda tarihin en çok madalya kazanan sporcularından Sovyet Larisa Latynina ile yarışan jimnastikçi üç altın kazanmıştı. Korkulan olmuyor; son dakikada Meksika vizesi çıkıyordu.

Yer hareketlerinde bütün salon Çekoslovak yıldızın altın kazandığını düşünedursun, jüri üyeleri kırk dereden su getirerek Sovyet Larisa Petrik'in puanını onunla eşitlemişti. Seremonide her iki ülkenin de milli marşı çalınmıştı. İşte Sovyetler Birliği'ninki çalınırken bir anda kafasını çeviren Caslavska, tüm dünyanın gözleri önünde bir sivil itaatsizlik eylemine imza atıyordu.

Ülkesine dört altın, iki de gümüş kazandıran jimnastikçi, Prag'a ayak bastığında “persona non grata” ilan ediliyordu. Sovyetler Birliği'nin desteklediği yeni rejim, en iyi sporcusuna "artık yarışmayacaksın" demişti. Çalışma izni yoktu. Seyahat deseniz ancak rüyasında görebileceği bir şeydi. Evde durduğundan otobiyografisini yazdıysa da bu ancak Japonya'da basılabilmişti. Tehdit ve sansür iddiaları cabasıydı.

Yıllar sonra 1980’lerde IOC Başkanı Juan Antonio Samaranch’ın emriyle hocalığa başlamıştı. Doğu Bloku'nun çökmesinden ardından önce dönemin Devlet Başkanı Vaclav Havel’in danışmanlığını yapmış, ardından ulusal Olimpiyat Komitesi’nin başkanı olmuştu. 1999’da UNESCO tarafından verilen Uluslararası Fair-Play Ödülü'nü kazandığında dünya artık tek kutupluydu...

Katliamın gölgesinde...

 Yeryüzünün birçok noktası kaynarken, Meksika'nın süt liman olması beklenemezdi.

Oyunlar için o dönemin parasıyla harcanan 150 milyon dolar bardağı taşıran son damlaydı. Ekonomik durumu berbat olan ülke, varını yoğunu Olimpiyat için seferber etmişti. Üniversite özerkliğine müdahaleler tansiyonu iyiden iyiye yükseltmişti. Solcu öğrenciler “Olimpiyat değil, devrim istiyor”, bunu açıkça haykırıyordu. Yasaların değişmesini istiyorlar, eylemleri kanlı bir şekilde bastıran emniyet müdürünün görevinden alınmasını talep ediyorlardı.

Politeknik Enstitüsü'nün işgali kanlı bastırılınca sabırlar taşmıştı. 2 Ekim günü Mexico City'nin tarihi Aztek Tlatelolco Bölgesi'nde olacaklardan habersiz toplanan 10 bin öğrenci, akşamüstü saatlerinde kıyameti yaşıyordu. Alanı çevreleyen 5000 asker ve 200 panzer silahlarına davranıyor, ortalık kan gölüne dönüyordu. Alandan çıkmaları engellenenlerin bir bölümü meydana gelen izdihamda sıkışarak can vermişti. Katliamın 25. yıldönümünden sonra hayatını kaybedenler için bir anıt dikilmiş, ancak 30. yıldönümünde araştırılmasına dair meclis önergesi kabul edilmişti.

O üzücü akşamda kaç kişinin öldüğü bugün bile bilinmiyor. Hükümet kaynakları başta 4 demiş, muhalifler bu sayının bini geçtiğini söylemişti. Acil toplanan Uluslararası Olimpiyat Komitesi, 10 gün sonra Oyunlar'ın bu kentte başlamasında bir sakınca görmemişti. 12 Ekim'de de meşale yanmıştı; hem de tarihte ilk defa bir kadın tarafından. Kim bilir bu onurun Meksikalı Norma Enriqueta Basilio’ya bahşedilmesinin esbab-ı mucibesi bile halkla ilişkilerde saklıydı...

Oyunların satırbaşları

 Yayıncılık bağlamında milat Meksika'da gerçekleşmişti. Dört yıl önce Tokyo'da güreş, voleybol, judo ve jimnastik müsabakaları sırasında denenen renkli yayın, Azteklerin diyarında tamamıyla hayat bulmuştu.

Soğuk savaşın bütün ağırlığının hissedildiği günlerde, 2240 metrelik yüksek rakımda birçok rekor altüst edilecekti. Uzun atlamada adeta uçan Bob Beamon, dünya rekorunu 55 santimetre geliştirerek 8,90’a taşımıştı. Elemelerde ilk iki atlayışında faul yapan Amerikalı atlet erken havlu atma tehlikesi yaşamış, son hakkında final bileti kazanmıştı. Metrik ölçümlere alışık olmayan sporcu, başta neyi başardığını anlamamıştı. Yanına gelen koçu, dünya rekorunu neredeyse iki feet geliştirdiğini söylediğindeyse dizlerine kapaklanmış ancak yarışmacıların yardımıyla ayağa kalkabilmişti. Onun tarihe geçtiği an, yıllar sonra Sports Illustrated dergisi tarafından 20. yüzyılın en unutulmaz beş spor karesinden biri olarak seçilecekti...

Bu rekor tam 23 yıl dayanmıştı ta ki Mike Powell ile Carl Lewis’in 1991 Dünya Atletizm Şampiyonası’ndaki unutulmaz düellosuna kadar. Üç adımdaysa üç atlet dünya rekorunu beş kere geliştiriyor, altını son denemesinde Sovyet Viktor Saneyev kazanıyordu. Brezilyalı Nelson Prudencio ikinci, İtalyan Giuseppe Gentile ise üçüncü olmuştu.

Yüksek atlamadaysa bir milat gerçekleşmişti. Meksika öncesi bu dal popülerliğini yitirme tehlikesi ile karşı karşıyaydı. Rekorlar durmuş; dereceler bayağı geriye gitmişti. Çok bilinmeyen Amerikalı bir atlet, herkesten farklı olarak çıtaya sırtı dönükken atlayarak devrim yaratmıştı. Altına kolayca ulaşan Dick Fosbury'nin ismi böylece ölümsüzleşmişti. Onun adıyla anılan tekniği kısa süre içerisinde uygulamayan kalmamıştı. Artık Olimpiyat mottosunda da olduğu gibi daha yükseğe atlanabilirdi…

Doping testleri ilk kez Meksika’da uygulanmaya başlamıştı. Modern pentatlonda yarışan Hans Gunnar Liljenwall’in adı doping yapan ilk sporcu olarak kitaplara yazılıyordu. Yanlış anlamayın,  İsveçli sporcu rahatlamak için tabanca atışları öncesinde iki bira içmişti..

Ünlü ağır sıklet boksör George Foreman dünyaya merhaba derken, güle oynaya birinci olmuştu. Güreşte Ahmet Ayık ve Mahmut Atalay'la gülen Türkiye, 20 sene altın madalya kazanamayacak, hasreti dindiren Naim Süleymanoğlu Güney Kore'de adeta destan yazacaktı...