24 Ocak kararlarından sonra: Cunta’dan tek adam rejimine dönüşüm ve kamucu çıkış

1980 sonrasında küreselleşme sürecine giren dünya ekonomisinin küreselleşme sürecinde sermaye birikim modeli, post-fordist modelden kaynaklanan dört paradigma üzerine kuruludur. Bunlar “Washington Uzlaşması”, “Post-Washington Uzlaşması”, “Pekin Uzlaşması” ve “Mumbai Uzlaşması”.
İlk ikisi IMF ve Dünya Bankası patentli uzlaşmalardır. Türkiye tercihini birbirinin devamı niteliğinde olan “Washington” ve “Post-Washington”dan yana kullandı. Her ikisi de neoliberal politikaları esas alan ve bunu dayatan paradigmalardır.
Türkiye’de bu süreç 24 Ocak Kararları ile başladı. 12 Eylül askerî darbesiyle 24 Ocak kararları uygulanmaya başladı, bu dönüşüm 1990’lı yılların ikinci yarısına kadar da devam etti.
Bu noktada ilk hedef bütçeyi küçültmek; enerji, sağlık, eğitim ve kamu hizmetlerini ticarileştirmek ve daha sonra da zaman içerisinde bu alanlara özel sermaye açmak oldu.
Bunun dışında bir başka hedef de piyasayı düzenleyen, çeşitli mücadeleler sonucu ülkenin hukuk sistemine taşınmış regülasyonların tasfiye edilmesine dayanan bir kuralsızlaştırma oldu.
Tarımda taban ve tavan fiyatlarının zamanla kaldırılması bunun parçası olarak hayata geçirildi. Bir diğer hedef ise Kamu İktisadi Teşebbüslerinin (KİT) özelleştirilmesi oldu.
Bu Washington Uzlaşmasının üç tane temel politika aracı olarak öne çıktı. Türkiye’de 24 Ocak Kararları ile daha çok serbest piyasaya yönelik eylemler öne çıktı. Devletin müdahalesinin azaltılması, çiftçiyi koruyan desteklerin kaldırılması bunun bir parçasıydı.
12 EYLÜL CUNTASI VE ÖZAL
24 Ocak Kararlarını sıkıyönetim kararı takip etti. 24 Ocak Kararlarının siyasi anlamda rahat uygulanabilmesi için sonrasında da askerî darbe kaçınılmaz oldu. Bunun laboratuvar denemesi ise 11 Eylül 1973 Darbesiyle Şili’de yapılmıştı.
Şili’de ortaya çıkan şey ise neoliberal politikaların otoriter bir rejimde uygulanabildiğiydi. Ama Türkiye’de ise demokratik bir rejim içerisinde ve sınıf hareketlerinin güçlü olduğu bir dönemde bu neoliberal politikaları uygulamaya koydular. Kısa bir süre sonra anlaşıldı ki bu mümkün gözükmüyor. Dolayısıyla 24 Ocak Kararlarının siyasi açıdan kolay yürütülebilmesi için 12 Eylül 1980 Askerî Darbesi bunun tamamlayıcısı oldu. Böylece Şili deneyiminde görülen benzer sonuçlar Türkiye’de de görülmeye başladı. Şili’de direkt başlayan bizde ise piyasalarda liberalleştirmeye çalışarak başladı bu süreç. Uygulanamadığı görülünce de askerî darbeyle güvence altına alındı.
Bu sürecin ideolojik altyapısı ise Dünya Bankasının yapısal uyum programlarıyla birlikte somutlaştı. Özelleştirme ise bu yapısal uyum programlarının bir öğesi haline geldi. Turgut Özal’ın başkanlığındaki Anavatan Partisi (ANAP) iktidarı da bunları benimsedi. 24 Ocak Kararlarının iktisadi açıdan mimarı olan Turgut Özal, iktidarın da başı olarak bu politikalara kolaylıkla uyum sağladı. Özelleştirme politikaları da böylelikle benimsenmiş oldu. Her ülkede farklılık gösteren özelleştirme süreci de böylelikle yakalanmış oldu. Bununla ilgili Dünya Bankası, Türk sisteminin nasıl sorunları olduğuna ve özelleştirme gereksinimine dair raporlar yayımladı. Verimli değil, etkin değil gibi birtakım verilerin çarpıtılmasıyla ideolojik altyapılarına adeta meşruluk kazandırdılar.
ULUSLARARASI FİNANS HEGEMONYASI
1990’lı yıllarda Washington Uzlaşmasının krize girmesinin ardından IMF ve Dünya Bankası patentli bu planın yeni ilkeler eklenmesiyle genişletilmiş hali olan, 1990’ların ortalarından itibaren şekillenmeye başlayan ve 2000’li yıllarda uygulamaya konan Post-Washington Uzlaşması denilen programla Türkiye sermayenin hegemonyası altına girdi. Bu programın yönetişim ilkesiyle tüm iktidar sermayeye verildi.
Böylece bağımsız para politikası ve diğer PWU politikalarıyla sözü edilen garanti (finansal yatırımların uzun vadede getirilerinin olumsuz yönde etkilenmeyeceği teminatı) sağlanmaya çalışılmıştır.
Üç ayaklı Washington Uzlaşmasından farklı olarak Post-Washington Uzlaşması “Ekonominin siyasetten ayrıştırılması” gerekçesiyle Yönetişim sisteminin getirilmesi, sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi (deregülasyon gereği) ve esnek döviz kuru sisteminin benimsenmesi sonucu kaçınılmaz olarak bağımsız para politikası gereği Merkez Bankasının bağımsızlığının savunulmasını getirmiştir. Bu haliyle de yeni uzlaşma bir kalkınma politikası değildir.
Dolayısıyla, Merkez Bankasının bağımsızlığının savunulması aynı zamanda sözü edilen bu politikalarla kamucu ulusal politikaların tasfiyesi anlamına da gelir. Bu politika unsurlarının her biri uygulamaya geçtiğinde ekonomi ve yönetimi giderek finansal piyasalarca ele geçirildi ve kumandası bu piyasalarca yapıldı. Böylece ülke ekonomisi uluslararası finansal kurumların ve piyasaların örtülü bir biçimde hegemonyası altına girmiş oldu.
***
TEK ADAM REJİMİ
12 Eylül cuntasıyla uygulama imkânına kavuşulan 24 Ocak kararlarının izinde, sermayenin yeni sömürü politikalarının yeni bir aşaması da tek adam rejimi altında gerçekleştirilmiştir.
AKP iktidarı, 2002’den Mayıs 2008’e kadar kendisine devrolunan IMF programını sürdü. Daha sonra ise IMF’siz IMF programıyla yola devam etti. Bu dönemde AKP’nin “Yola Devam” sloganını benimsemesi, bir anlamda da uluslararası sermayeye “IMF’den çıksak da IMF programı yolundan çıkmıyoruz” mesajı verildi.
15 Temmuz darbe girişimi, bu programın pürüzsüz bir şekilde uygulanmasının önünü açmıştır.
Darbecilerle hesaplaşma bahanesiyle bir yandan hukuk ve demokrasiyi askıya alarak fiilî başkanlık rejimini hayata geçiren AKP, diğer taraftan rejimin karakterine uygun biçimde kamu mimarisini yapılandırmaya çalışmış ve ekonomik programı aynı hızla yürürlüğe koymuştur. Sermayenin olağan koşullarda planlayıp hayata geçiremediği uygulamaları OHAL’de yangından mal kaçırırcasına yürürlüğe konmuştur.
OHAL koşullarında açıklanan OVP (2017-2019) ve 2017 yılı programı, sermaye için olağanüstü sömürü olanakları yaratmıştır. Olağanüstü dönem, sermaye tarafından olağanüstü yağma fırsatı olarak değerlendirilmiştir. Kamu-özel ortaklığı gibi tekniklerle bu yağma ve yıkım hızlandırılarak, sermayeye yeni alanlar açılmıştır. Ancak Kanal İstanbul, üçüncü köprü, yeni hava limanı, nükleer santraller (Akkuyu ve Sinop), altyapı projeleri gibi “mega projeler”den oluşan bu yeni alanlar için artık yabancı kaynak bulmak iyice zorlaşmıştı. Bu mali sıkışmışlık AKP rejimini Türkiye Varlık Fonu AŞ’yi kurmaya yöneltmiştir. Bu yeni oluşumla bir nevi paralel bütçe, paralel hazine yaratılmıştır. Böylece, 1215 tarihli Büyük Özgürlükler Sözleşmesi (Magna Carta) ile meclislere verilmiş, neoliberal politikalarla bir hayli tahrip edilmiş bütçe hakkına önemli bir darbe indirilmiştir.
Daha sonra Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olarak adlandırılan otoriter “yeni rejim”in Anayasa’sı ile getirilen bir düzenlemeyle bu hak kullanılmaz bir hale getirilmiştir. Bu düzenlemeye göre, Cumhurbaşkanının hazırlayacağı bütçeye Meclis onay vermezse, reddetse dahi önceki yılın bütçe ödenekleri yeniden değerlendirme oranında artırılarak o yılın bütçesi yasalaşarak yürürlüğe girmiş olmaktadır.
Neoliberal politikalara dayalı “Post-Washington Uzlaşısı”nın inşa ettiği bu kalkınma paradigmasının tüm bu unsurları ’80’den beri otoriter yönetimlerle (ilk yıllar askerî rejim, sonrası parlamenter rejim ve CHS) uygulamaya konulabilmiştir. Sorunu sadece parlamenter rejimi talep ederek çözebilmek mümkün değil. Bu gerekli ama yeterli değil.
“Post-Washington Uzlaşısı” yerine kamucu yeni bir kalkınma anlayışı geliştirilmediği sürece merkezine bağımsız merkez bankacılığı ilkesini alan neoliberal politikalar varlığını sürdürecek ve “neoliberalizme karşı olmak” boş bir iddia olmaktan öteye geçemeyecek, kâğıt üzerinde kalacaktır.
Kamucu yeni bir kalkınma anlayışının öngördüğü Merkez Bankasının “yüzü topluma dönük” bir konuma getirilmesi gerekir. Bunun için önce toplum yararını (üstün kamu yararı) gözeten kamucu bir planlamayla katılımcı bir şekilde belirlenmiş politikalar geliştirilmelidir. Ardından Merkez Bankasının mevcut yapısında bu politikalarla uyumlu çalışmasını sağlayacak bir mevzuat değişikliğine gidilmelidir.