31. yıl ve yeniden Sivas
"kırılınca bir büyük ayna
şarkılar da yarım kaldı
büyü bozuldu, durdu saatler
suda suretimiz asılı kaldı”*
Bu yıl 2 Temmuz’da Sivas katliamı hakkında değil de farklı bir yazı yazayım diye düşünmüştüm. Dile kolay, 31 yıl! Her yıl en az bir yerde, bazen birden fazla talebe yetişmeye çalışarak yazıp söylediklerim kendini yineliyor diye. “Yorulan yorulsun ben yorulmazam” diyen Pir Sultan Abdal’ın katledilişinin izleği altı yüzyıl sonra aynı coğrafyada benzer vahşilikleriyle sürmekteyken yorulmamak mümkün mü? Çok yorgunuz. Yorgunluğumuzun bencilliğine kapılmadan mücadeleye el vermek için söylüyoruz, yeniden söylüyoruz, hatırlatmak için yanıp tutuşuyoruz. Senede bir gün değil bizler için artık bir yaşam biçimine dönüşen bir hafızayla her gün saatlerin durduğu yerden yaşıyoruz hayatı. En çok da o bir günün hoyratlığıyla her yıl yeniden yaralanıyoruz. Sudaki sureti fısıldıyor, kaba bir dalganın bir anda siliverdiği sureti kuma yeniden çiziyoruz.
Yazının başındaki dörtlük Behçet Aysan’ın Düello kitabında yer alan Ayna şiirinden. 9 Temmuz 1993 yılında babamı kaybettiğimde gazetelere bir ilan vermiş ve ardından her yıl bir ilanla her 2 Temmuz’da seslenmeyi, hiç değilse o bir gün olsun birilerinin kalbinde, bir an bir pencere açarım belki diye uzun zaman sürdürmüştüm. Bazı seneler, 2 Temmuz günü bir gazetede bir kutucuk haber bile olamadan geçip giderken, göze görünme isteğiyle çabalıyordum. Bir yerde benim de içimde bir ayna kırıldı. İlanlar durdu, takılı kaldı geçmişin sayfalarına. Son yıllarda kardeş dayanışmasıyla sevgili Eren’le (Aysan) ortak ilanlar hazırlıyoruz. Birbirimizin yorgunluğunu alıyoruz. Süveyda’nın sesine kulak veriyor, onun itici gücüyle birbirimize sürgün veriyoruz.
Bu yıl da öyle oldu. Biraz kırgın, köşemde kendimle kalayım diye Haziran’ın son haftası uzaklara kaçırdım kendimi. Size Yunanitan’ın kızıl adası İkaria’yı anlatırım biraz diyordum. Son seçimlerde adada birinci çıkan komünist partinin seslenişi Şükrü Erbaş’ın “İnsanın acısını insan alır” sözünü hatırlatıyor. “Daha güçlü bir dayanışmayla, insanı sadece insanlar kurtarabilir.” Beraberliğin, dayanışmanın nasıl en zoru aştığını, bir halkın kendilerine dayatılanı umursamadan kurup bugüne aktardığı dinginliği ve kendi iç dinamiğiyle sakince akan düzeni hissedelim istiyordum. Bunca kavga arasında ihtiyacımız var böyle bir öyküye.
Ancak kendimi 31.yılın acısına hazırladığımı düşünürken ilanımız gazetelerle yayınlandı. Birbirinden kopyalayarak haber yapan çoğu mecranın Eren “Aysal” adıyla, yanlış yazarak duyurduğu ilan ve yapılan açıklamaların sıradanlığı, siyaseten vurgulanması gerektiğini düşündüğüm/üz mesajların yokluğu, kamera karşısında görünme kaygısıyla birbirinin önüne geçme yarışındakiler, CHP Genel Başkanı Özgür Özel açıklama yaparken omuz başında gülücükler dağıtan bir genel başkan yardımcısı ( ki geçmişte valiyle birlikte yüzünde koca bir gülümsemeyle sözde kültür merkezinde çektirdiği fotoğrafıyla da haber olmuştu) bir kez daha yüreğime oturan bir manda ağırlığıyla ‘kime, neyi söylüyoruz?’ ya da ‘söylemeye devam etmek “değişim” getirecek mi?’ sorusuyla büyüyen sıkıntılı duygu halimi derinleştirdi.
Faşizm kan kardeşi gericilikle el ele tutuşarak bu yıl 31 yıl önce Sivas’ta yaşananların benzeri bir tekerrürle geldi. O gün Alevileri kâfir ilan ederek çağdaş yaşamı ve Cumhuriyet’i benimseyen aydın insanları, sanatçıları ateşe verirken kendilerini infaza yetkili bulanlar bugün bu kez yine aynı coğrafyada, Kayseri’de Suriyelileri ateşe verdi. O gün; Aziz Nesin Şeytan Ayetlerini yayınlamıştı, bugün bir Suriyelinin 5 yaşında bir çocuğu taciz ettiği iddiaları tüm Suriyelileri ateşe vermeye yeter sebep görüldü. O gün 31 yıllık adaletsizlik sürecinin neye benzeyeceği dönemin siyasilerinin açıklamalarıyla kendini hemen belli etmişti. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel: “Halkla güvenlik güçlerini karşı karşıya getirmeyin”, Başbakan Tansu Çiller: “Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir”, İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu: “Aziz Nesin’in halkın inançlarına karşı bilinen tahrikleriyle halk galeyana gelerek tepki göstermiştir” diyordu. Bugün İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya yaşananlara zemin sağlayan yanlış Suriye ve Ortadoğu politikalarını sorgulamaya gerek görmediği gibi saldırganların değil sosyal medyada paylaşım yapanların peşine düşüyor: “63 hesap ile ilgili soruşturma başlatıldı. Bunların 10’ savcılığa sevk edildi. Ülkemizin huzur ve güvenliğini tehdit eden, provakatif paylaşım yapanlara, nefret söylemlerinde bulunanlara göz açtırmayacağız.”
Sivas Katliamı’nın gerçekleşebilmesini olanaklı kılan faşizm, katliamın adaletsizliğinden güç alan gericiliğin iktidara taşınmasına yol açtı. İşte şimdi siyasette gerçek bir sol kavrayışın yokluğu 20 küsur yıllık AKP iktidarının toplumsal kodlarına sıkışmış ve popüler kültüre esir düşmüş bir siyasi anlayışıyla belirginleşiyor. İktidarın her alanda yarattığı çöküşle mücadelede 2 ile 2 yi toplamak yerine, geçmişten bugüne bir okuma yapmadan, günlük kafiyeli açıklamalarla çevrilen takvim yaprakları acıların da bir yenisine yer açıyor. Türkiye, dünyada en çok sığınmacıya ev sahipliği yapan ülke konumunda. Türkiye'de 3,6 milyon kayıtlı Suriyeli ve 320.000 civarında başka milletlere mensup sığınmacı var. Düzensiz, kayıtsız göçmenlerin sayısına dair ise elde net ve resmi bir veri yok. Açlık ve yoksulluk sınavındaki vatandaşın öfkesi bu koşulları yaratana ve yönetemeyerek halkını zora sokana değil mağdur ve çaresiz olana yöneliyor. Yaşananlara olanak veren ayrımcılık, şiddet ve nefret kültürü, cehaletten beslenirken cezasızlıktan güç alıyor. İktidarın hedef gösterme politikalarının yanında solun, muhalefetin sivil örgütlenmelerinin içinin boşaltıldığı bir düzende emeği, doğruyu, adaleti savunan pusula kırık. “Tahrik olan” can almaya muktedir ve alabildiğine özgür!
Ben Sivas Katliamı’nın yıldönümünde siyasilerin açıklamalarında Kayseri’de yaşananlara bir değini bekledim doğrusu. Evet, Özgür Özel’in Sivas’a gitmesi çok kıymetli. İlk kez bir Genel Başkan anma etkinliğine katılıyor. Bunu çok önemsediğimi özellikle belirtmek isterim. Ancak “31. yılı 1.yıl kabul etmek” ifadesi bizim ki gibi hafızasız bir toplumda “zaman aşımı” kararının geriye dönük olarak işletilebilmesine olanak verecek bir yasal düzenleme mücadelesini zayıflatır. Biz bugünden itibaren ne olacağına değil, geçmişte olmayanlara odaklanmalıyız. Yine “Bütün ailelerle birlikte ortak talebimiz Madımak’ın bir utanç müzesi olmasıdır” sözleri hafızayı diri tutmak ve gelecek nesillere aktarım için çok önemsediğimiz adımın atılması için güvence ve önemli bir saptamadır. Ancak bu talep, önem sırasında katliamı gerçekleştiren gericilikle mücadele için atılacak adımlardan öncelikli olmamalı. Firari sanıkların yargılandığı davanın zaman aşımına uğramasının kesif bir sessizlikle karşılandığı günlerin ardından, Cumhurbaşkanı’nın kişiye özel afla salıverdiği hükümlülerden hiç söz edilmeden yapılan açıklamada “istinafta umudumuzu sürdürmekten” fazlasına ihtiyaç yok mu?! AYM mahkemesinde 11 yıldır kapağı kaldırılmadan tutulan dosyadan bahsetmek ve kuvvetli bir talep dile getirmek gerekmez mi? “İnsanlığa karşı suç kararı verilene kadar verilen hiçbir kararı tanımıyoruz” cümlesinin altına hepimiz imzamızı atarız. Peki ama bunun için ne yapacağız? Bu sorunun yanıtı ne yazık ki hâlâ mulâk. “Yedi kişinin Alman vatandaşı, iki kişinin Suudi Arabistan vatandaşı olduğu” bilgisi bizim gibi hafızasız bir toplumda yıllardır iktidar tarafından suçsuz ve “mağdur” ilan edilerek affedilip duran katillerin ve firarilerin sorumluluğunu sorgulatacak bir yanlış anlamaya açıktır. Bu kişiler oradan gelen yabancı uyruklu saldırganlar değildiler ki, kaçak oldukları süreçte iade taleplerindeki ihmal nedeniyle başka ülke uyruğuna geçtiler.
CHP’de bir süredir insan hakları mücadelesini üstlenen bir genel başkan yardımcılığı temsili yok. Oysa en tazesi Kayseri’de yaşananlar ve Sinan Ateş davası olmak üzere her gün yeni bir ihlâl ve cezasızlık döngüsünde Sn. Genel Başkan’ın Sivas’ta da, Başbağlar’da da, sokak mitinglerinde de vereceği mesajları belirleyecek, bu konuları kapsayan bir parti programına ihtiyaç var. Özgür Özel’in “Canlarımıza karşı işlenmiş insanlık suçudur. Türkiye’deki tüm canları tehdit eden bir insanlık suçudur, nefret suçudur. Türkiye’nin, barışının içine döşenmiş mayındır, dinamittir. Bu dinamitleri, bu mayınları sadece gözü yaşlı analar, eşler, çocuklar ya da davayı takip eden avukatlar temizleyemez. Bu mayınları bütün siyasiler, bütün riskleri görerek, cesaretle ellerimizle temizleyeceğiz.” sözleri tüm açıklamasının en içten ve önemli bölümü kanımca. Buradan başlayarak Anayasa’da yer alacak “insanlık suçları” tanımı ve geriye dönük işlerliği tanımlı bir “zaman aşımı” ve insanlık suçlarında adaletin yolunu tıkayan “devlet sırrı” kavramlarını içeren bir kanun maddesi için adım atılmalı, bu maddenin kabulüne kadar mücadele sürdürülmelidir.