1950 Kuşağı kavramı tartışmalı olmakla birlikte sadece bir dönemi değil, aynı zamanda tüm edebiyatımızı da etkilediği için hem yazarların hem edebiyat eleştirmenlerinin hem de akademisyenlerin ilgisini çekiyor

50 Kuşağı öyküde içselliğin keşfidir

FADİME USLU

Jale Özata Dirlikyapan’ın ‘Kabuğunu Kıran Hikâye:Türk Öykücülüğünde 1950 Kuşağı’ kitabı homojen bir yapı sergilemeyen 1950 Kuşağını anlamaya çalışan önemli bir çalışma olarak okurların dikkatini çekti. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nın temasının ‘Edebiyatımızda 50 Kuşağı’ olarak belirlenmesini bahane ederek Jale Özata Dirlikyapan ile edebiyatımızın bu özel dönemini ve bugüne etkilerini konuştuk.

► Kabuğunu Kıran Hikâye adlı kitabınız her biri kendi tarzını kurmuş, birbirine benzemeyen eserler veren yazarlardan oluşan Elli Kuşağı öykücülerine içeriden bakan bir el kitabı. Elli Kuşağı üzerinde çalışma düşünceniz nasıl oluştu?
Kitabın önsözünde de belirttiğim gibi, bu çalışma aslen bir doktora teziydi. Tez için daha önce çalışılmamış ya da esaslıca ele alınmamış bir konu ya da yazar ararken, hayli etkili isimlerin çıktığı ve edebiyata bakışta kritik bir kırılmanın yaşandığı 1950’lerin bu yenilikçi atılımı hakkında etraflıca bir değerlendirme yapılmamış olduğunu gördüm. Danışman hocam Süha Oğuzertem’in de desteğiyle işe giriştim. Önce biraz endişelendim tabii, altından kalkabilir miyim diye. Neticede neredeyse 15 yazarın 100’den fazla öyküsünü değerlendirmem, yazarları hem biricikliklerini tespit etmeye çalışarak hem de edebiyatı dönüştürme gayreti içinde olan bir topluluğun içinde düşünerek yol almam gerekecekti. Dönemin edebiyat dergilerini taramam, kütüphanelerde hayli zaman geçirmem gerekecekti (ki sonradan anladım ki, işin en keyifli kısmı burası. Bilkent Kütüphanesi ve Milli Kütüphane bir süreliğe ikinci evim oldu). Zor bir çalışma dönemi olacağını düşünüyordum ama aynı anda kışkırtıcı bir zorluktu bu. Edebiyat incelemesi (analizi, eleştirisi, ne dersek) yapmaya yeltenen birini motive edecek en kuvvetli neden, konunun daha önce hakkıyla ele alınmamış olması ya da esaslı soruların sorulup, bir ‘mesele’ haline getirilmemiş olmasıdır herhalde; en azından beni harekete geçiren bu oldu.

► Elli Kuşağı yazarları arasında diyalog, dolayısıyla iletişim çok sıkı. Sanatlarının düşüncesini eserlerinde ve birbirleriyle tartışan bir kuşaktan söz ediyoruz. Bu tavırları onları hangi noktalarda birleştiriyor ya da onları birbirinden ayırıyor sizce?
Önce kuşağın öykücülerinin adlarını analım isterseniz: Vüs’at O. Bener, Nezihe Meriç, Yusuf Atılgan, Ferit Edgü, Demir Özlü, Onat Kutlar, Leylâ Erbil, Bilge Karasu, Özcan Ergüder, Adnan Özyalçıner, Orhan Duru, Erdal Öz, Feyyaz Kayacan.

Kuşkusuz hepsi her zaman bir arada değiller. Özcan Ergüder ve Feyyaz Kayacan Türkiye’de değiller zaten. Yusuf Atılgan çoğu zaman kasabasında ama kuşağın bazı yazarlarıyla mektuplaşıyor. Diğer yazarlar da bir süre döneme has bir tür bohem sosyalleşme dönemi yaşamışlar. Geceyi geçirmek için gidilecek yerler sınırlı olduğundan, bazı pastaneler, meyhaneler, gece kulüpleri uğrak yerleri olmuş. Hatta bu sosyallik o boyutta ki, edebiyat dünyasına girmek, Leylâ Erbil’in deyişiyle bir biçimde yazarların masalarında yer almakla mümkün olmuş. Günümüzde ‘network’ denen ve yazarın adını duyurması/başarılı olması için ne kadar önemli olduğu kimi zaman (hatta çoğu zaman) eleştirel bir tavırla dile getirilen ‘ilişkiler ağı’ içinde olmak, o dönemde meyhane masalarında, ev toplantılarında, pastanelerde görünmekle mümkünmüş yani.

Ama aslında daha önemli olan şu: Henüz 20’li yaşlarının ikinci yarısını sürmekte olan bu öykücülerin önemli bir dertleri var. Bu dertlerini birbirleriyle paylaşma, birbirlerine anlatma arzusu duyuyorlar. Kentleşmenin hız kazandığı dönemin içine düşmüş bir kuşaktan söz ediyoruz. Batıdaki sanatsal gelişmeleri mümkün olduğunca izliyorlar, Batılı modernist yazarları okumaya çalışıyorlar. Hem okuduklarının hem de toplumdaki değişimin, dönüşümün etkisiyle, zihinleri toplum-birey çatışmasına ve edebiyatın işlevine dair sorularla dolu. Hâlihazırdaki edebiyat yapma biçimleri, dertlerini anlatmalarını mümkün kılamıyor. Bu farkındalıkla, bu yetersizlik hissiyle yol alıyorlar. Birbirleriyle konuştukları, yazılarında dile getirdikleri mesele çoğu zaman bu. Varolan kalıplar, cümle kurma biçimleri, hikâye örüntüleri, ortaklaşa hissettikleri bu değişimi ve boğuntu hissini aktarmakta yetersiz kalıyor. Temel soruları şu: Nasıl anlatacağız, nasıl daha derinlemesine gerçekçi olacağız? İlk kitaplarında pek çok anlatım/tema ortaklığından söz etmek mümkün olsa da, her yazarın satır aralarına kendi kokusunu bıraktığı, kendine has özel işaretler koyduğu anlaşılıyor. 1960 sonrasında, olgunluk dönemlerinde çok daha derinlemesine işleyecekleri, kendi damgalarına dönüştürecekleri işaretler…

► Elli kuşağı yazarları kadar o dönemin eleştirmenleri, onların eleştiri yöntemleri de önemli kanımca. O dönemin neredeyse bütün dergilerini kitaplarını taramışsınız. Eleştirmenlerin yöntemsel yaklaşımlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir ‘yöntem’den söz edilebilir mi emin değilim aslında. Daha doğrusu, kuramsal bir artalanı olan, üzerine söz söylediği metni edebi önyargıları, ideolojik ön kabulleri bir kenara bırakarak, dahası yansız bir anlama arzusuyla ele alan bir eleştirmen bulmak güç o dönemde. Özellikle de daha önce denenmemiş, tümden yeni bir yazma biçimiyle karşılaştıklarına eleştirmenlerin muhafazakâr tavrı derhal dikkat çekiyor. Metnin meselesini anlama uğraşı vermek yerine, bazılarının yazarları toplumcu gerçekçi reflekslerle yargıladıklarını görüyoruz. Kuşağın genç öykücülerini çoğu zaman taklitçilikle, ‘bize has’ olmamakla, fazla anlaşılmaz, fazla karanlık olmakla itham ediyorlar. Onat Kutlar’ın İshak kitabındaki öykülerini, her ne demekse, ‘bizim hava’ kokmuyor diye, Orhan Duru’nun devrik cümleli öykülerini ‘şuuraltında dikkat çekme kompleksi’nin ürünleri diye eleştiriyorlar mesela. Ya da Leylâ Erbil’i, öykülerinde dilbilgisi kurallarını yerle bir ettiği için Türkçe bilmemekle suçluyorlar. Başka bir bilince, başka bir edebi kavrayışa kapılarını azıcık da olsa aralamak gibi bir kaygıları yok bazılarının. Yaşamla ve edebiyatla yepyeni meseleleri olan bu genç öykücüler onlara göre ‘kaçış edebiyatı’ yapıyor ve şimdi bunalım zamanı değil, kavga zamanı. Kuşağın öykücüleri de kendilerini anlamaya çalışan eleştirmen yokluğunda, gerçekleştirmeye çalıştıkları edebiyatı kendi yazılarıyla, kendi dergilerinde anlatmaya yöneliyorlar. Karşı yazılarla kendilerini savunuyorlar.
Öte yandan, eleştiri geleneğinin önemli isimleri Memet Fuat, Tahir Alangu, Adnan Benk, Ahmet Oktay, Muzaffer İlhan Erdost, Asım Bezirci’nin dergilerde sıkça edebiyat eleştirileri yayımladığı bir dönem 1950’ler. Yeni yeni filizlenen modernist bir edebi kavrayışa destek olan, dergilerinde bu genç yazarların öykülerine yer veren Salim Şengil’i (Seçilmiş Hikâyeler) ve Vedat Günyol’u da (Yeni Ufuklar) anmak gerek elbette.

► Edebiyatımız ekollerle değil, kuşaklarla tanımlanıyor. Kuşaklar da yazar-şairlerin doğduğu döneme değil, adlarını duyurmaya başladığı tarihe göre işaretleniyor. Bu durum bir tartışma yaratmalı mı sizce?
Bilmem. Bana bu bir sorun olarak görünmüyor sanırım. Ama öte yandan 1950 Kuşağı öykücüleri için durum biraz farklı. Bir yazar, Muzaffer İlhan Erdost’un o dönem yazılmaya başlanan ‘farklı şiir’e ‘İkinci Yeni’ adını vermesi gibi, bu ‘farklı öykü’ye de bir ad verebilirdi. O zaman bu öykücüleri o adla anardık. Bunun yerine, o yıllarda öykü yazan başka pek çok yazar olmasına rağmen, ‘ilk’ modernist öykücüler ‘50 Kuşağı öykücüleri’ olarak anılmaya başlamış. Bu adlandırmalar, benzer bir edebi meseleyi dert edinmiş, bu mesele etrafında düşünmüş, yazmış sanatçı topluluğuna işaret etmek için bir araç sadece. Doğan Hızlan’ın kuşak için söylediği isabetli bir söz var: “Solistlerden oluşan bir koro” diyor. Tam da bu solistlerin korolaşma eğilimiyle ya da aradan belli bir zaman geçtikten sonra, farklı kavrayış etkisini yeni nesiller üzerinde göstermeye başladıktan sonra eleştirmenlerin-okurların onları bir ‘koro’ olarak görmeye başlamasıyla, kuşak tanımlamaları ortaya çıkıyor. Bu bir araya gelme eğilimleri de hiç kuşkusuz yazarların adlarını duyurmaya başladığı dönemde kendini gösteriyor.

► 2000’li yıllar -günümüz öykücülüğü 50 Kuşağı gibi homojen olmayan, farklı içerik ve biçimsel tercihlerin gözlemlendiği bir kuşak olarak tanımlanıyor. Bu çeşitliliği, günümüz öykücülüğünü ve bugünün gelecek kuşaklara etkisini nasıl yorumlarsınız?
Zor bir soru. Karşılaştırma da zor, bugünün geleceğe etkisini kestirmek de zor. Ama deneyelim.
Aradan 60-70 yıl geçmiş. İnsan, toplum ve bunun doğal bir sonucu olarak edebiyat değişmiş. Ama kitapta da söyledim, 50 Kuşağı öykücülüğü o dönemde sadece öykü üzerinde değil, şiir üzerinde de etkisini göstermiş. Sanırım bunun nedeni, kuşağın yazarlarının ‘öykü türü’nün tekniği üzerine ya da ‘nasıl yazsam farklı olurum’ üzerine düşünmekten çok, insan denen karmaşık varlığı anlama/anlatma çabası içinde olmaları. Tür etrafında şekillenen tartışmalara girmekten çok, dönemin ruhu içinde insan-edebiyat ilişkisi üzerine düşündüklerini, bu ruha denk gelebilecek dilin arayışında olduklarını görüyoruz. Orhan Koçak, Vüs’at O. Bener’den söz ederken ilk kez Bener’le içselliğin anlatının kurucu öğesi haline geldiğini söyler. Katılırım. Hatta kuşağın temel meselesi budur zaten. 50 Kuşağı, deyim yerindeyse, öyküde ‘içselliğin keşfi’dir. İnsanın davranış ve düşünceleriyle üzerinde durmaya çalıştığı kaygan zeminleri, anlık yalpalamalarını tanımaya-yakalamaya çalışmanın, insan ruhunun içini dışına çıkarmanın ilk kez bu kadar güçlüce arzu edilmesidir. Kitapta sözü edilen tüm o içerik-biçim öğeleri, bu ortak arzunun sonucunda şekillenmiştir. Bu içsellik araştırması hiç kuşkusuz sadece öyküyle sınırlı değildi, olamazdı. Ve elbette dönemiyle de sınırlı kalmadı, edebiyatı tümden dönüştürdü.

Gelelim bugüne. Herkesin neredeyse hemfikir olduğu bir yazar kalabalığından söz edebiliriz herhalde. Bu kalabalıkta, iyi metinler görünmeyebiliyor. Çokça konuşulan başka pek çok toplumsal dinamik ve ‘piyasa koşulları’ devrede. Soruda bir çeşitlilikten söz etmişsiniz ama aynı anda bir ‘tektipleşme’ de sıkça tartışılıyor. Benzer duyarlılıkları okumaktan sıkıldıklarını dile getirenlerin sayısı artıyor. Belki de bu dönemin ruhuna uygun olarak, çeşitlilik gibi görünen bir ‘çokluk’ içinde sıkışmış gibi hissedebiliyoruz. 50 Kuşağı için bir yenilik sayılan içsellik araştırması dediğim şeyin çok iyi edebiyatçıların ellerinde defalarca yapıldığına tanık olduk.

Ama bugün için, bugünün insanını deşmek için, sanırım dönemin ruhuna daha çok vakıf olmak gerekiyor. Günümüzde toplumsal-bireysel duyarlılıkla, öznelliğini yazdığı öykülere ince ince işleyen yazarlar var. Ve bana öyle geliyor ki bu yazarlar meselenin sadece tür etrafında düşünüp teknik meseleleri öğrenmekle ya da diline, anlatımına, imaj çağının (-mış gibiliğin) gerektirdiği kıyafetleri giydirmekle ilgili olmadığının farkındalar.

Temel soruları, ‘nasıl tanınmış bir yazar olurum?’ değil. Belki şu tarz sorular: Yazdığımın, yaşadığım bu dönem içinde bir anlamı olması nasıl mümkün olur? Okunmanın, farkına varılmanın hayli zor olduğu bu kalabalığa dahil olurken derdim tam olarak ne? Adornocu anlamda ‘şeyleşmiş’ kurgu/kurmaca tekniklerinin kitleleri manipüle etmek için ustaca kullanıldığı, sözlerin parlatılarak hakikati temsil etmekten uzaklaştığı, bu temsil ilişkisinin derin yaralar aldığı günümüz şartlarında, teknikte ustalaşmak ne anlam ifade eder? Edebiyatımın hakikatle ilişkisi ne?

Gelecek kuşaklara etki edecek edebiyatçılar, dilerim bu sorularla boğuşanlar olur.

cukurda-defineci-avi-540867-1.