69. Berlin Film Festivali üzerine…
DİLEK TUNALI Berlinale’de bu yıl filmlerdeki çok kültürlülük, çok dillilik, evrilen yapılar, bulaşan, sentezlenen duygular, öte tarafa geçme isteği, harmanlanışlar, dağılışlar ve farklı bir bütünde birleşmeler, yersizyurtsuz imgeler dikkat çekiciydi. Kaçış noktalarındaki varoluş çabaları ekleniyordu bunlara. Altın Ayı’nın sahibi Nadav Lapid’in “Synonymés”i İsrail’den Paris’e gelen ve Fransız olmak isteyen Yoav’ın hikâyesine odaklanıyordu. Paris’e bir sırt […]
DİLEK TUNALI
Berlinale’de bu yıl filmlerdeki çok kültürlülük, çok dillilik, evrilen yapılar, bulaşan, sentezlenen duygular, öte tarafa geçme isteği, harmanlanışlar, dağılışlar ve farklı bir bütünde birleşmeler, yersizyurtsuz imgeler dikkat çekiciydi. Kaçış noktalarındaki varoluş çabaları ekleniyordu bunlara.
Altın Ayı’nın sahibi Nadav Lapid’in “Synonymés”i İsrail’den Paris’e gelen ve Fransız olmak isteyen Yoav’ın hikâyesine odaklanıyordu. Paris’e bir sırt çantası, giysileri ve dudağındaki piercing ile adım attığı gün, eşyalarını çaldırınca gerçek ve metaforik anlamda “çırılçıplak” kalıyor. Komşuları tarafından küvette baygın bulunduğunda David’in “Marat’ın Ölümü” tablosuyla eşleşiyor sanki. Emanet bir sarı paltoyla, üzerinde sakil duran bir Fransız stiliyle başlıyor yeni hayatına. O paltoyu filmin sonuna kadar emanet bir dil, kültür ve evlilik gibi üzerinde taşıyor.
En İyi İlk Film ödülünü alan Mehmet Akif Büyükatalay’ın filmi adını kahramanı Oray’dan alıyor. Dinsel bir kuralı çiğnemesi onu kendi aklı ve maneviyatıyla çelişkiye düşürüyor. Oray’ın Almanya’daki varoluşu bitpazarında ikinci el eşya satarken, camide bayramlaşırken, imamla arasındaki çatışmayı çözmeye çalışırken, yüksek bir binadan kenti, sıkışmış ve agorafobik bir duyguyla izlerken görselleşebiliyor.
Akışan, yer değiştiren, katılığından sıyrılan biçimler hayatta ve sinemada hikâyeler yaratıyor. Tıpkı Lou Yen’in “The Shadow Play”indeki polisiye klişelerinin Çin atmosferine taşınması gibi. Film dünyanın en kirli havasına sahip olan Çin’de sayısız gökdeleni güçlükle fark edebildiğimiz bir bulanıklıkla başlıyor. Filmin hikâyesi Çin’deki yolsuzluklar, rüşvet, inşaat mafyası ve buna çanak tutan bir başkan ile ilgili. Yıkıma direnenler, başkanın öldürülmesi ve geriye doğru düğümleri çözmeye çalışan bir dedektif. Filmin kurgusunda yönetmen Uzakdoğu sinemasındaki sonsuz şimdiki zaman duygusunu hissettirircesine ileri ve geri sıçramalarda keskin kopuşlar yerine yumuşak ve döngüsel geçişleri kullanıyor.
Agneiszka Holland’ın Mr. Jones’unda ise, 1930’lu yılların başlarında İskoç gazeteci Gareth Jones’un, dünyaya kapalı duran Soyvet Cumhuriyetini tanımak ve Stalin’le röportaj yapabilmek için Moskova’ya hareket etmesi ana izleği oluşturur. Film Goerge Orwell’in “Hayvan Çiftliği”ni kurgulama aşamasından başlar. Jones, Stalin’in dünyasını gördükten sonra bir ütopya haline gelen Sovyet sisteminde gün yüzüne çıkarılamayan açlık ve kıtlıkla ilgili gerçekleri arkadaşı Orwell’a anlatır. Böylece Hayvan Çiftliğini yazarken sadece Hitler’in dünyasında değil Stalin’in coğrafyasında da olup bitenlerden esinlendiği söylenir. Ütopya Orwell’in yazdığı ve metaforlaştırdığı gibi her an distopyaya dönüşebilir.
Duyguların yersiz yurtsuzluğu, kimliklerin akışkanlığı, kalıpların yıkılışı veya aşk adına tüm ezberlerin bozulabileceği Guatemala’lı yönetmen Jayro Bustamante’nin Temblores’inde belirginleşir. Karısını bir erkek için terk eden Pablo’nun hikayesi filmde gerçek ve mecazi anlamda bir leit-motive’e dönüşen deprem eşliğinde ilerler. İkna kabiliyeti yüksek ve iktidar sahibi papazın karısı Pablo’ya sıkı bir denetim ve baskı uygular. “Tanrı bizi Pagan olmaktan, gay olmaktan, kadın olmaktan korusun” ise tekrarlatılan bir duadır.
Aidiyetlik denildiğinde ABD yapımı Guy Nattiv’in filmi Skin’de, sağ görüşlü, ırkçı, fanatik bir gruba bağlı olan Byron’u tanıyoruz. Film, Byron’un 612 gün süren tatoo çıkarma operasyonuna koşut olarak ailesiyle, polisle, karısıyla, kendisiyle olan çatışması, çelişkileri, tutukluluğu, kaçışları, tehdit edilişi eşliğinde ilerliyor.
Alejandro Landes’in “Monos”unda ise, And dağlarının gerçekdışı yüksekliğinde paramiliter bir grubun üyeleri olarak örgütten direktif alan, silahlı, hedonist ve vahşi güdülerle hareket eden gençlerin hikâyesidir anlatılan. Görüntü yönetmeni Jasper Wolf’un başarılı ve haşin sinematografisi etkilidir. Latin Amerikalı Jodorovski’nin tarzı, Sinekler’in Tanrısı’na benzer bir izlek ve Zulavski’nin Gümüş Küre’sini andıran bir sinemayla ama gerçekten özgün bir yapımla karşılaştığımız söylenebilir.
Kasabadaki zengin ailelere “besleme” olarak verilen üç kız kardeşin hikâyesi Emin Alper’in giderek sağlamlaşan, birbirini tamamlayan filmografisine ekleniyor. “Kızkardeşler”, tek tük insanları barındırmasına rağmen yapayalnız bir Orta Anadolu köyünde geçiyor. Filmde çorak bir Anadolu köyünü, ölüme gider ve ölümden gelir gibi maden ocağı çalışanlarını, karmaşık ilişkileri, kısacası mikro Türkiye’yi, makro kayıpları, ölümleri, istismarları algılayabiliyoruz. Karla kapanan kış gecelerinde babanın kızlarına anlattığı tekerlemeye dönüşen masal gibi devam ediyor hayat. Tam başlayacağı sırada herhangi bir bahaneyle hep başa dönüyor.
Henrich Breoler’in yönettiği Brecht, koca bir anlatı tarihinde katharsisin karşısına çıkardığı epik estetik kuramıyla tiyatroda olduğu kadar sinemada da söz sahibi olan sanatçının biyografik ve kronolojik hikâyesi, sanat çevresi ve özel hayatındaki tanıklıkların dökümanlarıyla bölünen üç saatlik bir kurgu filmden oluşuyor.
“Agnes by Varda” 90 yaşındaki yönetmenin kendi belgeselini kimseye emanet edemeyip çekmesiyle sonuçlanan muhteşem bir film. Film yapabilmek için esinlenme, yaratma ve arzu gerekli. “Ne zaman bir film çekmeye çalışsanız bir manzaraya, bir insana ve mutlaka bir bakış açısına ihtiyacınız var” diyor. Varda’nın hala dünyada olmasına, sinema ve sanatla uğraşmasına teşekkür ediyoruz.
Systemé K belgeselinde de, Kongo’nun Kinshasa şehrinde, sanatçılar performanslar sergiliyorlar. Mermi kovanlarından, maymun kafataslarından ve iç savaşlarda kullanılan keskin palalardan heykeller yapılıyor. Giysileri altın yaldızlı olan bir “Kongo Astronotu” performansıyla altın madenini eleştiriyor, elektronik hurdaların törenle parçalanması ise tüketimi protesto eden başka bir performans haline geliyor. Şehir bir sahne oluyor.
Berlinale bu yıl dört yüz civarındaki filmle 69. yılını tamamladı. Sinemanın, hayatın önünde olduğu anları ve yine hayatın çeşitli olasılıklarını filmler yoluyla yakalamak için festivaller önem taşıyor.